7 Aralık 2010 Salı

Nasıl Kitap Okuyoruz?

İlk kitabımız, doğrusu ilk en çok sevdiğimiz ve bilinçli olarak talep ettiğimiz kitabımız, kızım ilerde bu blogu okursan eğer hiç şaşırma ama senin ilk sevdiğin ve toplamda tam üç tane aldığımız kitabın: Mevsimler idi. Hobi yayınevinden çıkan bir kitap. Oradaki gökkuşağına bayılır gogo der dururdun. ‘Anne gogo aç aç gogo.’ Böyle isterdin kitabını. Bende sana anlatmaya okumaya bayılırdım.

Neden kitaplara bu kadar önem veriyorum, çünkü okuyan bir birey olmalarını istiyorum çocuklarımın. Okumayı ihtiyaç olarak görmelerini istiyorum yaşamlarında. Ben öyleyim, okumadığım zamanlarda kendimi aç hissederim. Kitapların zihnimi yüreğimi genişlettiğini hissettim hep. Çocuklarımın da öyle olmalarını istiyorum. Dolayısıyla kitaplarla iç içe olmalarını sağlıyorum.

Geçen hafta Nurturia’da nasıl kitap okuduğumuzu konuştuk arkadaşlarla. Metine bağlı olmayan bir anneyim ben, kitap diline bağlı kalmıyorum, bu farkımla muhalefet yarattım ama öyle. Biraz detaylamak gerekti, buna istinaden işte bu yazı çıkıyor ortaya, nasıl kitap okuyorum kuzularıma:

Önce soruyorum hangi kitabı okuyalım kızım diye. Birlikte seçiyoruz. Küçük kızım hep bir iki kitaba takıyor kafayı, bazı akşamlar sürekli aynı kitabı talep ediyor, sık sık değiştirmeye sıkılmasını önlemeye çalışıyorum. Mesela son günlerde Julia Donaldson’ın kitaplarına takmış durumdayız. Son birkaç haftadır Zogi / Minik Balık / Değnek Adam üçlememiz şaşmıyor. Araya ben katmazsam diğer kitaplarla hiç ilgilenmeyecek o derece.

Ardından geçiyoruz ya kanepeye ya benim yatağa, ama illa onun yastığı olacak. Yastığını alıyor ve uzanıyoruz, kitaplarımızı da yanımıza koyuyoruz, sonra soruyorum önce hangisini okuyalım, pek tabi bizimki çığlık çığlığa Zogi: ) Önce kitabın adını söylüyorum ardından başlıyorum okumaya. Benim kızım kitabın metninin dilini merak etmiyor hiç, resimlere odaklanıyor ve illa soracak bir şey buluyor. Mesela Zogi’nin dili niye bir sayfada küçük çıkmış, mesela niçin tüm yavru ejderler kükrerken gözlerini kaparken turuncu ejder gözlerini neden kapamamış, mesela niye ayıcık Zogi’nin kuyruğunu ısırmış böyle arkadaşlık olur muymuş, mesela o hastalalan bayan ejderha mı imiş, öğretmenler hastalanır mıymış, mesela Zogi kafasını ağaca çarpınca bozulan kuş yuvasına ne olmuş, anne kuş tekrar yuva mı yapacakmış, peki ya yine Zogi o ağaca çarparsa ne olacakmış? (Biri beni durdursun kızımı övmek üzereyim, tamam durdurmasın, durdursa bile ben öveceğim bu çok belli: ) Böyle detayları görebilen bir gözle kitap okuyorum her akşam. Yukarda mesela diye anlattığım her soruya mantıklı bir cevap bekleyen bir kızım var benim. Ben kitabı okurken araya sık sık girip böyle sorular soruyor işte. Şimdi kızım soru sorarken aaa dur kızım ben metine bağlı kalacağım, olmaz diyemem. Cevap vermek durumunda oluyorum ve bizim kitap okumamız bambaşka bir hal alıyor. Metin de doyurmuyor benim kızımı. Hem de hiç. Zira - Zogi üzerinden gittik- kitabın metninde detaylar anlatılmıyor, ana hikaye anlatılıyor ve benim bızdık kızım iki okumada ana hikayeyi kavrıyor başka detayları merak ediyor. Birkaç kez denedim metinden okumayı son Nurturia yazışmamızdan sonra o kadar sık kesti ki kızım beni, metinin hiç anlamı kalmadı yine.

Şöyle düşünüyorum belki de bu kitap dili, yani lirik olan kafiyeli dil, daha büyük çocuklara daha mı uygundur? Ya da daha küçük bebelere. Belki de alışkanlık ile alakalıdır. Mesela ben hiç öyle okumadığım için belki de kızım bu lirik dili sevmiyor olabilir. Daha erken dönemde Tubitak kitaplarında (Yağmurlu Bir Gün, Yuvada vs vs.) okurken ana hikaye çok açık olmadığı için hep ben bir hikaye uydurur, kitabın resimlerinde ilginç olan çizimleri bulur onlardan bahsederdim. Belki de biz böyle alıştık.

Senem yazmış bloguna bir takım araştırmalar yapılmış, bu kitap metini diliyle alakalı. Bir örnek vermiş, buraya kopyalıyorum:

'nenem anlatmış orhan’a
yolları düşmüş ormana
çeşit çeşit ağaçlara
böğürtlene, mantarlara
hışırdayan ...... (yapraklara)'

Böyle tamlamaların dil yapısı hakkında çocuklara katkısı oluyormuş ve ilerde okumayı öğrenmelerinde çok yardımcı oluyormuş bu tarzda bir dil. Şimdi ne yaparsanız yapın ne derseniz deyin böyle bir kitap diliyle benim kızımın ilgisini çekemezsiniz. İmkanı yok. İhtimal dahi vermiyorum. Eğer kitabı böyle okursam bu cümlelerle sıkılır kızım. Bir kere çok sık keser, kestikten sonrada tekerlemeye benzeyen bu metinde kaldığım yerden devam edemem. Dil yapısının sadece bu tekerlemelerle öğrenebilineceğine inanmak istemiyorum, adı üstünde tekerleme bir kere ve devrik cümleler çok fazla. Kitap diliyle ilgili anlatmak istediklerim bu kadar, aslında daha da açığı ben bir kitabımızı başından sonuna nasıl okuduğumuzu yazdım buraya aynen öyle okuyorum işte, dileyen göz atabilir.

Başak, füsfüs, damla, esraozlem, zeyneb, bu mim nasıldır tam çözememekle birlikte yazın bakalım siz de diyorum ve sobeliyorum:

1 : ) Çocuğunuzun en çok sevdiği kitabı hangisi ve bir gece de kaç kitap okuyorsunuz?

2 : ) Var olan mevcut kitap dilini mi yoksa kendi uydurduğunuz metini mi okuyorsunuz?

3 : ) Çocuk kitaplarının lirik kafiyeli dili hakkındaki fikriniz nedir, beğeniyor musunuz?

4 : ) Çocuğunuzla birlikte kitap okurken sizi kestiğinde soru sorduğunda bir çizime takıldığında ne yapıyorsunuz?

5 : ) Türkçe kitaplar mı çeviri ingilizce kitaplar mı hangisinin anlatım dilini daha çok beğeniyorsunuz?

6 : ) Siz bir kitap yazsanız nasıl olur kitabın dili? (Esra senin cevabı çok merak ediyorum ona göre)

7 : ) En çok hangisi daha öncelikli? Çizimler yoksa metin? Birinden biri mızıkçılık yok: )

Not : Mim böyle bir şeydi di mi : )

30 Kasım 2010 Salı

Mutfak Mevzusu

Sevmiyorum mutfağı, yani mutfağı sevmem için sanki birçok malzemeye ihtiyacım var gibi bir düşünce içindeyim. Bir kere bol vaktim olacak, mutfağım çok büyük ve konforlu olacak, bu konuda bilgilerim olacak, baharatları tanımam gerecek, düdüklü tencerenin ne işe yaradığını öğrenmem gerekecek, bir derin dondurucu mevzusu var mesela, onu net bir şekilde açıklığa kavuşturmam gerekecek, çok teferruatlı bir iş. Ama özenmiyor da değilim. Hani böyle mutfağa gireyim afili mutfak malzemelerim olsun, onları karıştırarak değişik yemekler yapayım vs. vs. Lakin üstte yazdığım nedenlerden ötürü yok ben almayayım durumu daha baskın.

Yemek yemeyi çok seviyorum ama. Hazır yemekleri götürmekte üstüme yok. Nerede ne yapılır, nerenin nesi meşhurdur bakın bunu çok güzel anlatabilirim. Hangi yemeği kim iyi yapıyor bunu da çok iyi bilirim. Tembellikle alakası yok bu durumun, tamamıyla bilgi eksikliği ve tercih meselesi diyelim. Küçük bir kız çocuğu iken annemden rica ederdim, annecim bana da öğretsene derdim. Her seferinde aynı yanıtı alırdım. Yemeği ve ev işlerini herkes yapabilir kızım, buna ayıracağın zamanı kitap okumaya, sinemaya gitmeye, arkadaşlarınla vakit geçirmeye ayır. Aç kalmayacak kadar yemek yapmayı biliyorsun zaten. (Kastettiği: makarna pişirmek, patates kızartmak ve kek yapmak)

Ama ben annemi yemek pişirirken izlemesini çok severdim. Zevkle yapardı yaptığı yemekleri. Babam arardı gün içinde akşama ne yemek var diye, annem bir menü anlatırdı gururla, evlere şenlik. Sonra bize sorardı, ne istersiniz diye. Sipariş alırdı bizden, ne istesek pişirirdi. Öğleden sonraları ders çalışırken muhakkak bir tabak gelirdi masama, ya kurabiye, ya poğaça, ya kek, ya da ilginç bir meyve şurubu. Sabahları kahvaltı etmeden çıktığımı hatırlamam hiç. Reçel yapardı her yıl, sabahları küçük kaselerde üzerine ceviz serperdi reçellerin, zihnimiz açılsınmış. Sarelleyi bile evde yapabilecek kadar becerikli bir kadındı, canım annem benim. Her Pazar sabahı daha cumartesi gecesinden sipariş alırdı bizden, krep mi, sigara böreği mi, sucuklu yumurta mı, pizza mı diye. Anneme bayılırdım. Nehir’in blogunda okumuştum, nehircik’de annesini yemek pişirirken izlemeyi seviyor diye. Zavallı çocuklarım, allahtan anlayacak yaşta değiller.

Neden mi yazıyorum bunları, şu sıralar kafama takılıyor. Çocuklarım ilerde beceriksiz bir anneleri var diye üzülsünler istemiyorum. Ömür boyu babaanneleri mi pişirecek bize yemek, olmaz tabi. Yavaştan öğrenmem gerek şu mutfak konusunu. Kızım üç yaşında, üstüne birde dokuz ay hamilelik koy, neredeyse dört yıldır yemek pişirmiyorum desem abartmış sayılmam. Canım kayınvalidem, sağ olsun, yemekleri o yapıyor ve taşıyor hala. Hakkını ödeyemem. Henüz yeni gelinim hiç unutmam, bir gün jest yapacağım ona, zeytinyağlı dolma yapayım akşama da yemeğe çağırayım dedim, pazara çıkıp dolma biber aldım, malzemeleri internetten indirdim, yapılışını da. Dizdim mutfak tezgahının üstüne başladım yapmaya. Dakika bir gol bir. O dolma biberler nasıl ayıklanır çözemedim. Önce üstünü bıçakla keseyim dedim, yırtıldılar, kabak soyucuyla deneyeyim dedim, yine yırtıldılar, internette aradım taradım mamafih bulamadım, yok anacım kimse yazmamış. Teyzemi aradım son çare, gel allah aşkına bu biberlerin içine ulaşamıyorum diye. Geldi ve öğretti sağ olsun. Birazda el becerisi gerektiriyor sanırım ve yine sanırım ki o beceri bende yok! Fakat kararlıyım çözeceğim bu sorunu.

Bir de konunun şöyle bir kısmı var. Geçen hafta kızımla mutfağa girdik biz efendim. Kestaneli kek pişirdik birlikte. Becerebildiğim yegane şeylerden biri kek malum. Basit bir şey zaten kek yapmak. Her neyse bizim bızdık çok sevdi, kendisi yaptı neredeyse. Çırptı, karıştırdı, sütü ekledi, kestaneleri koydu, tepsiye kendisi döktü, fırına soktu, afiyetle de yedi. Bende çok zevk aldım, onunla mutfakta olmak bana çok iyi geldi. Annem gibi olacağım bende, çok detaylı ev işlerini ve yemek yapmasını değil ama bazı yemekleri öğreteceğim kızıma. Lakin önce kendimi geliştirmem gerek. Beni mutfakta görmeli çocuklarım. Bu eksikliğimi onlara hissettirmemeliyim.

Mutfak mekanının da bilinçaltımda ilginç bir yeri var. Önce onu da halletmem gerek sanırım. Mutfak benim neznimde sadece mutsuz kadınlara aitmiş gibi bir yerde. Mabet gibi, sığınılacak bir yer gibi. Mutsuzluktan kendini mutfağa adamış çok kadın tanıdım. Çoğu da ev kadınıydı. Kötü evliliklerinden, mutsuz hayatlarından kaçmak için mutfak onlara limanlık ediyordu. Kocalarıyla kavga mı ettiler, hemen bir turşu kuranlar ya da canlarımı sıkıldı evde hemen bir pasta pişirenler. Sanki yapacak işi olmayanların yeri gibi mutfak kafamda. Türkiye’de büyüdüm ben, geleneksel Türk ev kadını tipi kafamda hep bu manzara içinde ne yazık ki! Oysa aynı şartlarda bir Alman ev kadınını hayal ettiğimde böyle konforlu bir mutfak, mutlu bir ev kadını, bir sürü çocuk, saç örgüsü şeklinde kocaman bir ekmek ve kızarmış bir hindi geliyor gözümün önüne. Aynı şartlarda bir İngiliz ev kadınını hayal ettiğimde ise pis bir mutfak geliyor gözümün önüne ve hazır dışardan söylenen yemekler. Algılar, gördüklerimizden, okuduklarımızdan ibaret. Mutfak mevzusu derin mevzu diyelim yoksa zihnim kadın yazarların mutfak tanımlamasına kaydı kayacak...

Çocukken evimizin kalbi mutfakta atardı. Bizim evimizin kalbi şu an salonda atıyor ama. Bu cümleyi yazdıktan hemen sonra aklıma okuduğum bir yazı geldi, sanırım Yankı Yazgan’da okumuştum, Doğan Cüceloğlu’da olabilir net anımsamadım ama bir psikiyatristten okuduğumdan eminim. Bir kadın rüyasında mutfağının yandığını görüyordu. Aynı kadının kocası da rüyasında arabasının yandığını. Meğer evlilikleri kötü gidiyormuş, kadında evlilik mutfak mekanında erkekte ise arabada yer buluyormuş. Rüyamda kendimi hiç mutfakta görmüyorum ben: )

Bu da mutfak yazısı olsun, malum kızım da oğlum da son günlerde mutfak araç gereci oyuncaklarla pek bir haşır neşir oldular. Gün gelir onlarla birlikte pilavlı, böyle sarmalı dolmalı yemekler yapar mıyız,

Kim bilir…

27 Kasım 2010 Cumartesi

Tübitak Erken Çocukluk Kitaplığı Üzerine

Ortaokul zamanı,
Bursa Kız Lisesi.
Babam ve askeri liseden emekli yakışıklı fenci öğretmenim,
Ellerinde Bilim ve Çocuk dergisi.

Ben böyle tanıştım Tübitak ile. Babam fenci öğretmenimin tavsiyesine uyarak yıllık abonelik almıştı. Her ay evimize geliyordu dergim. Bayılıyordum. Derginin son sayfasında bilmeceler oluyordu ama gerçekten zordu. Onları çözmek için oldukça çaba sarf ederdim. Çözemediğim sorularda babama giderdim yardım istemeye, beraber çalışırdık. Bir keresinde bir matematik sorusunu fizik dersinde öğrendiğim kurallarla çözmüştüm, liseye kadar bunu herkese anlatıp ukalalık yaptığımı anımsadım şimdi, buraya yazdığıma göre hala övünüyorum demektir: ) O kadar gurur duymuştum kendimle.

Tübitak Erken Çocukluk Kitaplığı’ndan haberim yoktu kızım bir yaşına gelene kadar. Meraklı Minik dergisinden de haberim yoktu. İyi ki öğrendim. Eğer bebeğiniz 18 ay ve üstü ise sizi buraya alalım, güzel kitapları var. Bizim evimizde olanları kısa kısa anlatmayı seçeceğim topluca kitapları burada değerlendirmiş olayım böylece.

Yağmurlu Bir Gün:

Serinin en sevdiğimiz kitaplarından biri bu. Renkler çok güzel, detaylar çok fazla. Toprağın altındaki solucanlar, yağmurda ortaya çıkan sümüklüböcekler, köpekçiğin patilerinin çamura saplanması, çok keyifli. (18 ay ve üstü)

Rüzgarlı Bir Gün :

Renkler güzel değil, detaylar çok yok. Bütçeniz tek bir kitaba yetiyorsa bunu tercih etmeyin. Çamaşır serme sahnesi ve ağaca uçurtmanın takıldığı sahne güzel, onun dışında tavsiye etmiyorum. (18 ay ve üstü)

Yuvada:

Capcanlı renkler. İki kuşun bebekleri yavru kuşu büyütmeleri anlatılıyor. Sonra kuş büyüyüp kanatlanıyor, yuvadan uçuyor. Detaylı bir kitap, anne ve babanın bebek kuşa yemek yedirdikleri sayfaya bayılıyoruz, birde kiraz ağacına, tavsiye ederim. (18 ay ve üstü)

Gölde :

Yemyeşil bir kitap. Renkler güzel. Balığın kurbişkayı çat çat diye yaklamaya çalıştığı sahne, kurbişkanın sineği diliyle gulp’lediği sahne ve yavru ördekler detaylı ve güzel. Öneririm. (18 ay ve üstü)

Deniz Kıyısında :

Tüm çizimler birbirinin aynı. Serinin en sevmediğimiz kitabı desem yeridir. Yengeçler, pavuryalar, denizatları çok karışık anlatılmış, resimler felaket. Tek sevdiğimiz çocuk resimleri, gerçekçi olanlar bana kalırsa sadece onlar, önermiyorum.(18 ay ve üstü)

Yeraltında :

Süper bir kitap. Şaşırtıcı bir kere. Yeraltından geçen borular, tren rayları, maden işçileri, sonra en önemlisi yerin altında yaşayan hayvanlar, fosiller, köstebekler, bitki kökleri, karınca yuvaları, böcekler. Bayılıyoruz, çok seviyoruz. Özellikle tavsiye ediyorum, renkler ve çizimler çok güzel. (18 ay ve üstü)

1001 Minik Hayvanı Bulun:

Adı üstünde içinde 1001 minik hayvan var lakin bizim hiç dikkatimizi çekmedi, sevmediğimiz kitaplardan biri de bu. Ne kızım ne oğlum hiç ilgilenmediler şimdilik kaldırdık ortadan belki sonra dikkatini çeker, bilemiyorum. (18 ay ve üstü)

Nasıl Hareket Edebiliriz :

Oldukça detaylı ve gerçekçi çizimler. İnsanların ayakları, örümceklerin ağları, yılanların yerde sürüm sürünmeleri, arıların vız vızları, kelebeklerin kanatları, kırkayaklar, çıyanlar, pirelerin uç uçmaları, uğur böcekleri, karıncaların evlerine yemek götürmeleri, ördekler, horozlar ve gıd gıd gıdak tavuklar, çok güzel çizilmişler.Bu hayvanların hareketlerini taklit etmek pek keyifli. Bayılıyoruz. (2,5 yaş ve üstü)

Doktorda :

Üç çocuklu bir ailede tüm bebeler hasta olur. Büyük olan abinin kolu incinir, ortanca olan kız çocuğun boğazları acır, en küçük bebenin aşı zamanıdır. Doktordan randevu alınır, gidilir. Büyüğün kolu bandajlanır, ortancaya ilaç reçete edilir, küçüğe aşı yapılır.

Çizimler güzel, doyurucu ve gerçekçi. Doktorun muayenehanesi, aletleri, steteskop, iğneler, bandaj, eczane gayet başarılı aktarılmış. Kitabın ebatı küçük, sayfalar ince ama kolay yırtılmayanlardan. Her sayfada hastanede'de olduğu gibi sarı ördek var, bulma oyunu da oynanabilir pekala.

Çocuğunuzun rutin doktor kontrollerinde kullanmak üzere faydalanmak mümkün.(2,5 yaş ve üstü)

Hastanede :

Eğer çocuğunuzun rutin kontrolleri bir hastanede oluyorsa kitap kayda değer bir kolaylık sağlıyor.

İki çocuklu bir aileden büyük olan erkek çocuğun bir sabah kulağı acır, önce doktora giderler. Doktor da ameliyat olmalısın hastaneye gitmen gerek der. Sonra çocuk hastaneye yatar ameliyat olur

Hastane odaları, ameliyathane, hemşireler, oyun odaları, yemek salonu, doktorlar, cerrahlar güzel çizilmiş. Çizimler doyurucu, gerçekçi. Kitabın ebatı küçük, sayfalar ince ama kolay yırtılmayanlardan. Birde her sayfada sarı bir ördek var, onu bulma oyunu da oynanabilir pekala.

Her şeyden öte; çocuklara daha doğdukları andan itibaren baslarına ne geleceğini anlatmak gerekiyor. Çocuk anne ve babaya inanıyor, güveniyor. Bilmedikleri bir şeyle karşılaştıklarında endişe yasıyorlar. Dolayısıyla her hastaneye gidiş öncesi kitabı anne ya da babanın çocuğa okuması, rutin kontrolde basına neler geleceğini anlatması önem teşkil ediyor. Hastaneye çocuk her gittiğinde çok güzel özdeşleştirme yapıyor kitapla. (2.5 yaş ve üstü)

Yavru Köpek :

Zeynep ve Can Gülgün teyzenin evine gidip, şeker isimli köpeğin yavrularına bakarlar. Aralarından minik isimli yavru köpeği beğenip onu evlerine alırlar. Minik'i evde büyütmeye başlarlar, onun mamasını hazırlayıp yatağını yaparlar. sonra kedileri tırmık'la tanıştırıp bahçeye çıkartırlar, ardından veterinere götürüp minik'in aşısını yaptırırlar.

Eve bir köpek alındığında kullanılabilecek keyifli bir kitap, bunun yanında sorumluluk kavramıyla çocukları tanıştırmak içinde pekala kullanılabilir. Ayrıca her sayfada doktorda ve hastanede olduğu gibi minik bir sarı ördek var. Kitap küçük ebatta, sayfalar dayanıklı ve tüm Tubitak erken çocuk kitaplığından çıkan kitaplar gibi çizimler son derece gerçekçi. (2.5 yaş ve üstü)

Meraklı Minik:

Her ay çıkan dergi. Bayılıyoruz, çok seviyoruz. İçinden oyun kartları çıkıyor, severek oynuyoruz onlarla. Yapıştırmalar da oluyor. Bunu yazmadan geçemem: Kırpık’ın seçtiği diye bir sayfa var derginin içinde. Benim dikkatli kızım orada Kırpık’ın elinde Yağmurlu Bir Gün kitabını fark etti ve her ay Kırpık’a söyleniyor. ‘O benim Yağmurlu Bir Gün’üm Kırpık, bırak onu diyorum sana’ diyor pıncırıkım. Dergi bittikten sonra saklamayın efenim, biz kesme yapıştırma aktivitemizde kullanıyoruz.

Bu kitapların bir kısmı ciltli ve sünger kapak bir kısmı da ciltsiz ve küçük ebattalar. Eğer bebeğinizin yaş aralığı küçükse ciltliler daha dayanıklı lakin hepsini ciltli alıp fazla bir bütçe ayırmaya gerek yok. Evimizde ciltli olanlar : Yağmurlu Bir Gün, Rüzgarlı Bir Gün-pişmanım buna fazla para ödediğime- ve Yuvada. Diğerleri ciltsiz olanlardan. Hastanede, Doktorda ve Yavru köpek’i iki kez aldık, yırtıldılar ne yazık ki.

Çizimlere gelince, Anne Millbourne lütfen denizli çizimlere kalkışmasın, başarısız buldum ben. Onun dışındaki çizimler güzel ve şaşırtıcı. Anne Civardi’nin resimlerini ise nerde görsem tanırım artık. O kadar basit ve yalın ki, beğendim.

Foto Not : İlki ayağı alçıya alınınca, ikincisi babacık ile kitap keyfi yaparken.

Ücret Not : Pahalı değil kitaplar. Ciltliler on lira, ciltsizler iki ve dört lira arası değişiyor.

Sceylan’a Not : Dilerim işe yarar yazdıklarım: )

26 Kasım 2010 Cuma

İki Çocuk Annesi Olmak Demek

Ne zamandır düşünmediğimi farkettim yazının başına geçince. Günler ne çabuk geçiyor, oysa o günlerde sanki ara ara zaman donup kalıyordu. Hangi zaman mı, ikinci bebeğimin dünyaya geldiği ilk günler, daha da başa dönelim mi, peki dönelim:

- Ani aşırı mutluluk ve hayal kurma dönemi –

Yaşasın yeniden anne oluyorum. Kızımın bir kardeşi olacak, dört kişi olacağız, tam sekiz ayak eder bu. Tam bir romantik komedi filmi gibi. Büyük aile piknikleri, küçülen kıyafetleri kardeşi giyer, sonra pazar sabahları yatağımıza gelip bizi uyandırırlar, ailece el ele tutuşup, hep birlikte yürüyüş yaparız. Acaba kız mı olur erkek mi, düşünemiyorum bile iki kız olursa ne iyi arkadaş olurlar. Erkek olursa babasıyla futbol oynar, bende kızımla alışverişe giderim, bir an önce gelsin bebeğim, ah ama….

- Fiziksel parametreler-

Bu bulantıyla nasıl başa çıkacağım, kim kakasını temizleyecek şimdi kızımın? Allahım bu kadar mı kötü kokar, böööö. Ben bir kusup geleyim en iyisi. Emzirmeyi bırakmak istemiyorum henüz. Kim bilir kaç kilo alacağım şimdi, olsun alayım, sağlıklı olsun da kuzum, veririm sonra. Fil gibi oldum mu ki acaba? Nasıl oldu bu iş allahım, kızıma haksızlık mı ettim şimdi ben?


- Vicdani sorgulamar-

Ben ne yaptım allahım? Kızım daha dört aylık, bana çok ihtiyacı varken, onunla birebir ilgilenmem gerekirken, ne aptallık. Şimdi nasıl emzirmeyi bırakacağım, resmen onun süt emme hakkını elinden aldım. Nasıl kucağımda taşıyacağım karnım büyüyünce, bebek doğduktan sonra az ilgilenmek durumunda kalınca bunu nasıl telafi edeceğim? Canım kızım, daha o bir bebek, nasıl ona bu ablalık misyonunu yükledim? Bezini bile değiştiremiyorum artık. Ben ne kafasız bir anneyim, ya karnımdaki, ah bebeğim, sakın seni istemediğimi düşünme, seni çok istiyorum, eyvah! n’olacak şimdi?


- Kabullenme-

İki çocuklu bir anne oluyorum ben. Güçlüyüm, üstesinden gelirim. Yıllarca bebek istedik, tüp bebeklerim olsaydı zaten ikiz olma ihtimalleri yüksekti, eee öyleyse ikiz gibi büyüyecekler. Sakin olayım ben en iyisi, var mı yapacak bir şey. Bir oğlum olacak benim, kocamın adıyla yaşasın, evet evet bir adı bu olacak, o kadar. Ayrıca kardeşlik süper bir şey, iyi anlaşacak benim çocuklarım, biz dört kişilik bir aile sayılırız.

-Doğumdan sonra-

Bu kadar mı tatlı olur bir bebek, aynı ablası. Surat aynı baksana hayatım, aynılar sanki. İyi ki hiç vazgeçmedik bebeğimden, çok mutluyum.

-Doğumdan birkaç gün sonra-

Sanırım delireceğim ben, yok yok delireceğim, akıl hastanesine yatırırlar beni, ben ne yaptım allahım, ben ne yaptım? Tamam güçlüyüm ve pişman değilim ama allahım bana azıcık acır mısın? Şu iki çocuklu kadına acı lütfen, başedemiyorum, imdat…


-Doğumdan birkaç hafta sonra-

Bu ev tam bir curcuna, kızım yeni yeni yürüyor, oğlum sürekli emiyor ağlıyor kaka yapıyor bağırıyor uyuyor ve kızım ne yapıp ne edip onu uyandırmayı başarıyor, bambu sepetine oyuncak atıyor. Kızıma kızamıyorum kardeşi onun yeni oyuncağı biliyorum: ) Ama oğlum ne etsin, kuzucuk yandı ki ne yanmak. Cadı kızım benim. Aynı anda ağlamaya başladıklarında kıyamet kopuyor, birini kayınvalidem alıyor ki genelde bu kızım oluyor, oğluma meme veriyorum susuyor ama bu kez kızım öyle kötü bakıyor ki bana bu bakışlarına çok üzülüyorum. Sorguluyor beni sanki, niye onunla ilgilenmediğimi…Son günlerde birini emzirirken ötekini kucağıma almak gibi bir huy edindim, ben ikisini de çok seviyorum, kızımı ilgimden mahrum bırakamam. Kocaman bir kucağım var benim, ikisi de sığar, yüreğim kadar büyük bir kucak. Aynaya bakamam, sanırım bende büyüdüm. Fil gibiyim.

-Doğumdan birkaç ay sonra-

Aklı olan bu eve gelmez bence, hatta aklı olan gelmesin. Sürekli bir koşuşturmaca. Aynı anda kaka yapmayı becerebilen telepati yeteneği kuvvetli iki bebeğim var. Üstelik aynı anda ağlayıp aynı anda acıkıyorlar. Tam üç kişi iki bebeğe bakmaya çalışıyoruz, beceremiyoruz. Oğlumu uyutunca kızımla parka gidiyorum ana kız ilgi azalsın istemiyorum, kardeşini daha çok sevmeye başladı kızım. İkinci kelimesi kaaadis oldu. İlki baba ikincisi kardeş. Babaları eve gelir gelmez önce kızımı alıyor onunla aşkları bambaşka, sonra oğluşunu. Biz mi, biz artık karı-koca değiliz. Biz çok iyi bir ekibiz, anne babayız, ne karı kocalığı allah aşkına vakit mi var? Dün gece çocuklar uyuyunca sinemaya gitmeye kalktık, bir heves bir heves, süslendik püslendik gittik, ışıklar söner sönmez yorgunluktan uyuyakalmışız.

-Doğumdan aylar aylar sonra-

İyi ki ikinci bebeğim olmuş, şunlara bakar mısınız, ne de güzeller, ikisinide ben karnımda taşıdım, ben doğurdum, ben büyütüyorum. Pazar sabahı kahvaltıya dışarı gittik, kayınvalidemi çağırmadan, artık güveniyoruz ya kendimize. Oğlanı mama sandalyesine oturttuk, kızım yanımızda. Açık büfeden babası ile kızım tabakları hazırlayıp yanımıza geldiler, oğluşun mamasını hazırlamak için kalktığımda kızımda benimle geldi, birden anlık bir durum kızım kayboldu. O paniği tarif edemem, hemen masaya döndüm orada da yok. Garson arıyorum telaşeyle, bağırmaya başladım kırmızı kazaklı kız çocuğum kayboldu gören var mı, bu sırada oğlan ağlamaya başladı, kocam koşturmaya. Oğlanı kucakladım, kucağımda koşuyorum, deli gibiyim. Herkes acıyan gözlerle bize bakıyor, feci. Sevgili kzıım kaka yapmak için masanın yanındaki süs ağacının altına saklanmış, babası buldu. Nasıl sarıldım, nasıl sarıldım. Biz tuhaf bir aile mi olduk ne olduk? Garsonlar ve etraftakiler bize bakıp bakıp acıdılar. Size ne kardeşim, iki bebeğimiz var diye dışarı çaıkamayacak mıyız? Bal gibi çıkarız işte.

- Ablalık ve kardeşlik-

Birbirlerini çok seviyorlar çok kıskanıyorlar. İlk tanışmalarında ablası bir şaplak geçirmişti kardeşinin kafasına. Sonraki günler bu; bambu sepetine oyuncak atmak, uyurken yanında çığlık atmak, banyo yaparken kafasına su dökmeye çalışmak şeklinde devam etti. Unutmadan oğlum emeklerken birde onun üstüne çıkmaya çalışıyordu ablası, aklı sıra atçılık oynuyor. Kardeşi güçlenince roller değişti tabi. Kardeşi ablasının elinde ne görse ne yapıyor ne ediyor kaşla göz arasında alıyor ve hızlıca kaçıyor. Ablası bir oyun kurduğunda bir kaplan edasıyla gizlice yavaş yavaş yaplaşıp bir tekme tüm oyuncakları dağıtıyor. Diyelim abla resim yapıyor kardeş durur mu hemen onun çizdiğini karalıyor. Çok komikler. Kolay kolay müdahele etmiyorum. Vurmak ve bağırmak yasak bu kuralı iyi biliyorlar. Dolayısıyla sıkıntı çok yaşamıyoruz. Genelde aktivitelerini farklı ayarlamaya çalışıyoruz, kızımla resim yapıyorsam oğlumla da babası kovalamaca oynuyor mesela. Lakin beraber olmayı daha çok seviyorlar, birlikte oyun oynamaya bayılıyorlar. Geçen gün oğlum masada unuttuğum sıcak çay fincanına doğru uzanmaya başlayınca o panikle bağırarak ‘ah oğlum sakın alma yoksa kızarım bak’ dedim. Ablası bana dönüp ‘o benim kardeşim kardeşime kimse kızamaz’ demesin mi. Eridim, bittim. Üst kattaki komşumuzun oğlu oynamaya gelmişti yine geçenlerde, oyun oynarken çadırın içinde oğluma bağırmış, ablasının sesi geliyor çadırdan : ‘Tolga kardeşime bağıramazsın, o daha küçük, benim kardeşim o bir kere’ Canlarım benim. Oğlumda nerede mandalina görse ablasına taşır, kızım bir mandalina cadısı çünkü. Artık organize olup yaramazlık da yapıyorlar lakin bu başka bir yazı konusu...

Ben mi,
Mabel, Sevgili Mabel,,

Bu satırları okuyacaksın biliyorum. Mabelcim, yaşı otuzbeşi devirmiş tek çocuk doğurmayı seçen pişman onlarca kadın tanıdım. Lakin iki çocuk doğuran ve bundan pişman olan hiç kadın tanımadım henüz. Demem o ki;

İyi ki iki taneler,
Tam sekiz ayak ediyoruz toplamda düşünsene.

Gel bir evimizi gör canım. İşten dünüşte biri mememe yapışıyor, öteki bacaklarıma. Koltuğa geçtiğimde farkediyorum ki benim yüreğim kocaman, ikisine de yetiyor.

Kuzularım benim,
Hiç ayrılmayalım.

Not 1 : Oğluma hamileyken kızımın altını hiç değiştiremedim, kızım tam altı aylık olunca emzirmeyi kestik lakin yeni öğrendiğim bir şey gebeyken emzirmeye devam edilebildiği yönünde.

Not 2 : Sürekli koşturmacadan ve hızdan yorulmaya bile fırsatı olmuyor insanın. Endişelenme.

Not 3 : Bir fırsatta pratik bilgileri tanzim etmek gerek, benim kadar savruk bir insan bunu başarabilecek mi bilmiyorum ama blogun adı iki cocuklu anne, üstesinden gelmek niyetim.

Not 4 : Günler yetmiş saat olsun kampanyası yapalım, yetmiyor hakikaten.

25 Kasım 2010 Perşembe

Oğlum'a...

- Ne yazsam az, ne yazsam eksik-

Kızım dört aylık,

Meme delisi bir bebek, cok cok emiyor beni. O kadar mutluyum ki, uykusu son derece düzenli, neşeli, sorunsuz, hiç öyle sürekli ağlayan mızmız bebeklerden değil. Geceleri kocam saati kuruyor, bizi uyandırıyor saat üç buçuk gibi. Kızımı uyandırmak için kocam topuklarını hafifçe sıkıyor bizim bızdık zor açıyor gözlerini. Kızım uyanınca beni kaldırıyor bebeğimizi kollarıma veriyor ve emziriyorum. Emzirme işlemi bitene kadar gece lambası eşliğinde üçümüzde uyanığız. Bu manzarayı çok seviyorum, kocamın uyanık oluşuna ve bizi bu denli düşünmesine bayılıyorum.

Yine bir Pazar günü sabahı. Kocam sütlü kahve yapmış kendisine, öyle kötü kokuyor ki, midemi tutamıyor kusuyorum. Banyoda hamileyken de böyle olurdum diye geçiriyorum içimden. Salona geçince dışımdan da aynı şeyi söylüyorum: Hamileyken de böyle olurdum. Kocam yok canım olur mu hiç öyle şey diyor, bende ister misin olsun diyorum. Sonra başlıyorum sesli düşünmeye:

Düşünsene hayatım yine böyle bir Pazar sabahı, biz odamızda uyurken iki kardeş koştura koştura kapımızı çalıp bizi uyandırırlar, yatakta boğuşuruz onlarla. Belki ikincisi de kız olur ya da bir erkek. Evimizde sürekli çocuk sesi olur ki bence bu harika. Ayrıca zaten biz ikiz bebeklere hazırlamıştık kendimizi. Tüp bebekler olsaydı doktor ne demişti hatırlasana, ikiz olma ihtimalleri yüksek demişti. Ne güzel işte ikiz gibi büyürler…

Sesli düşünceme öyle bir kaptırıyorum ki kendimi, kızımı kucaklayıp emzirirken kızıma bir kardeş isteyip istemediğini soruyorum. Daha dört aylık, ondan nasıl bir abla olacağını düşünüyorum. Ben hayallerimle mutlu mutlu gülümserken birden bir mide bulantı atağı daha geliyor ve kocam kızı hazırlayayım biz dışarı çıkalım sen de dinlen üşüttün herhalde diyor. Dışarı çıkıyorlar. Hava buz gibi soğuk dışarıda, gelmeleri bir saati geçince endişeleniyorum, tam arayacakken kapı çalıyor, kocam elindeki torbayı uzatıyor bana. Nöbetçi eczane bulmuş, torbanın içinde gebelik testi, suratında hiçbir ifade yok. Ne telaş, ne mutluluk, ne heyecan, ne endişe, ne korku, ne şaşkınlık. Son derece sakin.Elbette sabırsızlık ve merağı çok fazla barındıran bünye onları kapıda öylece bırakıp doğru banyoya koşmamı sağlıyor. Çizgilerin oluşmasını beklemem gerek ama nasıl sabredeceğim, aklımda sürekli bir Pazar sabahı yatak odamızın kapısını çalıp yatağa zıplayan iki çocuk görüntüsü var. Salona geçiyorum kızım meme istiyor, onu emzirmeye başlıyorum, kocama da koş bak bakalım banyoya diyorum iki çizgi mi. Son derece sakin banyoya doğru gidiyor, lakin bir türlü gelemiyor. Elinde testle geldiğinde suratından okumaya çalışıyorum, yok hiçbir tepki yok kocamda. Yanıma yaklaşıyor, tebrik ederim diyor, kızımızı kucağına alıyor abla oluyorsun diyor. Ben o kadar şaşkınım ki,,

Önce acayip bir mutluluk kaplıyor içimi, yeniden gebe olduğum için çok seviniyorum. Hemen kocama dönüp istemiyor musun neden mutlu olmadın diyorum, şaşkınım diyor, şaşkın olma hemen kendine gel benim gibi mutlu ol diyorum, iyice şaşırıyor, beni izliyor. Elime testi kaptığım gibi yine-ilk gebeliğimde de böyle yapmıştım- karşı komşu teyzenin kapısı çalıyorum. Teyze de evet çift çizgi ve kıpkırmızı deyince inanıyorum. Ben yine gebeyim. Kızımı kucaklayıp ona bir kardeşi olacağını söylüyorum bızdık gülümsüyor, Allahım çok mutluyum yaşasın. Hemen babamı, kardeşimi, teyzelerimi, nanamı ve kayınvalidemi arıyorum. Herkes çok şaşırıyor, benim gibi çok mutlu olan bir tek nanam. Onun dışındakilerin telefondaki ilk tepkisi hadi canım kesin bir yanlışlık olmuştur tarzında. Kocam o telaşede doktorumuzu aramayı akıl ediyor, ertesi sabaha randevu alıyor tüm aile yine bizim tüp bebek merkezindeyiz.


Tüp bebek merkezi,
Mart ayı,
Zehir gibi bir soğuk,
Günlerden Pazartesi.

Ayağıma galoşları yine kocam geçiriyor, eğilmiyorum. Kızımı babaannesi kucağında tutuyor, babam endişeli, kocam çok sessiz. Ben karmakarışığım. Bekleme salonundayız, gözüm kocamda. Hiç tepki vermiyor sessizlik bana göre değil, zorlanıyorum. Ama çok mutluyum, yeniden gebe olduğum ve kızımın bir kardeşi olacağı için. Doktorumuz gülerek yanıma geliyor, kan verdin di’mi diyor, bir hata olabilir ben idrar testine hiç güvenmem diye ekliyor, verdim diyorum. Sonuçlar gelsin sizi öyle alayım diyor. Kızımı kucaklıyor ve gülerek bu şaşkın insanları annen telaşlandırmış belki kardeş mardeş gelmeyecektir sana sakin ol diyor. Hepimiz gülümsüyoruz. Babamın rahatladığını fark ediyorum, inşallah dediğini ayrımsıyorum. Aradan on beş dakika geçiyor sekreter elinde zarfla doktorun odasına geçiyor, doktorumuz telaşla dışarı çıkıyor. Buyurmaz mısınız diyor. Dizlerim titriyor, heyecandan. Doktorum çok şaşkın demek ki hamileyim diye içimden geçiririken,,

Uzanmaz mısınız, bebeği görelim diyor…

Görelim doktor bey, görelim. Kızım da görsün kardeşini, kocam da görsün ve Allah aşkına artık bir tepki versin. Ayrıca doktor bey lütfen artık babam somurtmasın, kayınvalidem telaşlanmasın. Ben çok mutluyum, bebeğimi istiyorum herkes kendine gelsin.

Diyorum içimden.

Tam uzanırken, doktor usulca bir sakinlikle, eğer bebeği istemiyorsanız hiç görmeyin anne etkilenmesin diyor. Kocam tok bir sesle:

Olur mu öyle şey, bebeği istiyoruz, elbette görelim diyor. Kızımızı kucaklıyor, usg’nin yanına geliyor. Kocamı çok seviyorum. Artık dizlerim titremiyor, artık kocamdan çok bebeğime odaklandım, artık huzurluyum, artık iki çocuk annesi olacağım, kızım abla oluyor ve hayatımıza bir kardeş girecek. Şu işe bak…

Keseyi görüyoruz, birlikte. Henüz kalp kası oluşmamış, doktor kocama takılıyor, nasıl oldu bu iş diyor, gülüşüyoruz. Haftaya kalp atışı için randevu veriyor, bir sürü tahlil istiyor yine. Tam odadan çıkarken, babam: Kızıma bir şey olur mu ki diyor, gözleri dolu dolu. Bir tehlike arz eder mi? Doktorumuz babama; rahat olun emin ellerde, iki çocuklu bir dede olacaksınız, bir şey olmaz, dilerseniz size cep telefonumu verebilirim diyor. Canım babam…

Tam 39 hafta sonra, evden sabahın köründe çıkıyoruz, çok gerginiz. Kocam, kızım, babam, kayınvalidem, karnımda oğlum ve ben. Sürekli bir ağlama halindeyim, kocama dönüp, kızım sana emanet bana bir şey olursa sakın onu üvey anne ellerinde büyütme, hemen evlenme, büyüsünler öyle diyorum. Kızımı kucaklıyorum odada, yürümek istiyor pıncırıkım. Yeni yeni yürümeye başlıyor, allahım ya bana bir şey olursa. Sıkıca sarılıyorum, seni çok seviyorum sana doyamıyorum yavrum diyorum, tutamıyorum kendimi yine ağlıyorum.

Ameliyathane, buz, bir sürü doktor. Anestezi doktoru elimi tutuyor, epidural bu kez. Oğlumu hemen görmeliyim, gebeliğim boyunca el parmakları sayılamadı, eger birleşikse hemen operasyona alınacak, o yüzden bu anestezi şeklini seçtik. Kocam yine çok sessiz, tahmin edileceği üzere şaşkın olunca sessizleşiyor. Elimi onun tutması gerekirken bu işi anestezi doktoru yapıyor, düşünün yani. Doktor gerginlik geçsin diye bir fıkra anlatıyor, çok az kaldı diyor, saat diyorum. Saat 11:20 diyor kocam. Ardından inanılmaz bir enerji hissediyorum, ameliyathanenin havası değişiyor resmen ve bir çığlık, çok sesli bir bebek çığlığı. Avaz avaz. Saat : 11.25. Kocam yok ortada, aşkım, hayatım bir oğlumuz oldu diyor, sesini duyuyorum kocamın. Bebek hemşiresi koynuma koyduğunda gözümden yaşlar dökülüyor, yeniden anne oldum diyorum ağlayarak, canım oğlum. Bebeğimi alıyor hemen yan masaya çocukçuya, kaç parmak var diyorum, kocam yanlarında. On tane diyor, birleşik değil. Oğlum avaz avaz bağırıyor doktor bu sırada yüksek sesle 10 puan diyor. Bebek hemşiresiyle göbeğini kesmeye başlıyorlar, her şeyi görüyorum, doktor göbek adı ne olsun diyor. Bilmem, düşünmedim diyorum. Kocama dönüyor ailede dindar insanlar var mı diyor ya da sol görüşlüler, kocam ikisi de var deyince, öyleyse Mustafa koyalım diyor, hem Muhammed Mustafa’ya hem de Mustafa Kemal Atatürk’e ithafen. Böylece oğlumun göbek adı Mustafa oluyor.

Odaya geçtiğimizde çok net söyleyebilirim ki, gözleri kocaman açık oğlumun, etrafı inceliyor. Müthiş derin ve meraklı bir erkek. Yeni doğmuş bir bebek bu kadar meraklı olur mu, olur efenim. Ablası giriyor odaya kardeşini görüyor anlamıyor başta, sonra kardeşini kucağıma alınca kafasına bir şaplak geçiriyor hemen: ) Eğlence başlıyor…

Şimdi bugün iki yaşına giriyor bu meraklı erkek. Annesine işte böyle roman yazdırır gibi yazdırıyor. Hala emiyor beni, zıplayabiliyor, yuvarlak çizebiliyor, birkaç ilginç kelime çıkabiliyor dilinden, tek başına yavaştan yemek yemeye başladı, dıgıdık oynamaya bayılıyor, elindekileri yere fırlatmayı seviyor, ablasını ısırıyor, ablasını taklit ediyor, ablasının oyunlarını bozuyor, her şeyden önemlisi:

Pazar sabahları ablasıyla birlikte kapımızı açıp yatağa atlıyorlar ve bizi uyandırıyorlar. Yatakta onlarla uyanıyoruz ve boğuşarak oynuyoruz. Bir hayal gerçek oldu…


Oğlum,
Canım oğlum,
Anlam katan, renk katan oğlum,
Seni çok,
Öylesine seviyorum ki.
Yeni yaşın kutlu olsun,
Benim canım.


Horoz Nuri’m, Zırtapoz Osman’ım, Deli Dilaver’im, Haydut’um, Korsan’ım…
Ablasının çılgın kardeşi,
Babasının aslan oğlu,
Annesinin hala minik kuzusu,
İyi ki doğdun,
Seni hep istedim,
Bilesin.

Annen.

12 Kasım 2010 Cuma

Kayıp Saten Gülkurusu Gecelik

Dün gece,
İş çıkışı,
Galatasaray Spor Tesisleri,
Halı saha maçı,
Lodos.

Eve gitmedim. İki saha var burada, biri büyük, diğeri küçük olan. Büyük olanın hemen yan tarafında dışarıya masa atmışlar onlardan birine oturuyorum. Uzun boylu, yakışıklı kocam şaşkın ama suskunluğumdan sesini çıkartmıyor. Sadece izlemekle yetiniyor. Elim telefona gitti arabada evi aradım. Akşama geç geleceğimizi söyledim, küçük bir genç kızken babamdan izin aldığım gibi kayınvalidemden izin aldım. Çocuklarla ilgileniyor, çocuklarla ilgileniyor, çocuklarla ilgileniyor. Vicdanım, yüreğim, zihnim, Galatasaray formasını giymiş yakışıklı kocam, kitabım, lodos ve ben. Baş başayız.

Aslında detaylamak gerek. Benim canım kocam haftanın bir gecesini kendine ayırır, kendini korumasını bilir, sınırları ve limitleri bellidir. Haftanın her Perşembe akşamı maça gider arkadaşlarıyla. Bu onun alanıdır, onun kendine ait zamanıdır. Çocuklardan sonra benim beceremediğim bir şey bu. Vakti zamanında kendi beceriksizliğimi kocama ödetmekle de meşhur olmuşluğum da vardır. Bana her zaman bir gece sen de çık der bende ona ama çocuklar, onlar daha önemli, daha öncelikli deyip vicdan sorgulamalarına girişirim. Ama dün gece…

Dün gece birden ilginç bir şey oluverdi. Beni almaya geldiğinde gayet kendimden emin arabaya bindim. Elim telefona gitti, evi aradım, gecikeceğimi söyledim, kocama döndüm, bende geliyorum dedim. Ve işte şimdi burada, elimde kitabım, karşımda tüm endamıyla duran koşan kocam, öylece duruyorum. Ben bu adamı çok seviyorum. Ben bu adama daha kötüsü hayranım, ben bu adama yine yeni yeniden aşık oluyorum, çaktırmıyorum. Nasıl temiz bir zihindir bu yarabbim, nasıl da kendisini korumayı becerebiliyor.

On iki kişiler ve bir topun peşinde koşup duruyorlar. Arkadaşlarından biri yeğenini getirmiş o hakem oldu. Elinde düdük çok komik. Arada bağırıp duruyor kocam : Beyler yavaş yavaş beyler, sakin sakin, hanımlarda var burada küfür yok. Bana ithafen, canım kocam: ) Bir gol atıyor sonra espriyle karışık yanıma koşuyor, kızıma hamileyken birlikte maç izliyorduk orada bir futbolcunun karısı hamileymiş gol attıktan sonra topu formasının içine koyup karısın yanına koşup golü doğacak çocuklarına armağan etmişti ve biz birlikte izlerken ben ağlamıştım duygulanıp. Unutmamış kocam, az evvel gol attıktan hemen sonra eline topu alıp yanıma doğru koştu ve topu formasının içine sokuverdi. Birde eliyle üç üç yapmasın mı. O da üçüncüyü istiyor biliyorum: ) Nasip olsun.

Ara verdiler, bu sırada aralarından bir ikisi lay lay lay lay lay nidalarıyla sahaya girip tepsinin içinde baklavayı gezdirdi. Kazanan baklavayı götürecek. Sonra koca tepsiyi getirip benim masama bıraktılar ve olanca hızıyla maça devam ettiler, çok ciddiye alıyorlar suratlarından belli. Şimdi usul usul oturup kitabımı açtım, hava harika, hava inanılmaz, lodos. Bir fırsatta lodos’u da anlatasım var, notumu alayım. Farkettiyseniz şu satıra kadar ne kızımı ne oğlumu yazmadım, bu annelik ve çocuklara ilgili değil, bu onların dünyaya gelmesine vesile olan şaşkın iki insanla alakalı.

Saçlarımı dağıttım, kalemimi çantama attım, bergamot aromalı bir çay söyledim. Artık kocamı izlemiyorum, sesini duyuyorum sadece. Kitabımı aldım masadan, yeniden devam ediyorum okumaya. Kitap okuma ritüellerim var benim. Ciddi okuduğum kitaplarda saçlarımı toplar, yüzüğümü çıkartır, elime yıllardır bırakmadığım Rotring’imi alır, altını çize çize okurum. Ama bu ciddiyet gösterdiğim bir kitap değil. Özen de göstermiyorum. Zira popülist kitaplara hep burun kıvırırım ben. Popüler olduğu zamanlarda aynılaşmamak ve ukalalığımdan, kışt kışt der satın almam. Ama bu kitabın hayatıma dahil oluşu da enteresan oldu. Bir kuzinim var, şımarık, aklı bir karış havada. Kişisel gelişim kitapları okur, moda olan her şeyi takip eder ve beni deli eder. Neyse geçen hafta bizdeydi, ablacım bana bir kitap verir misin dedi, eline tuttum Siddharta’yı verdim. İki gün sonra geldiğinde inanamadım, çok sevmiş, başka bir oryantalist yazarı tanıyıp tanımadığımı soruyor ve elinde bir kitap, bana getirmiş. İlla okumalıymışım, bana iyi geleceğini düşünüyormuş, arada şımartmalıymışım kendimi ve yedi bin yaşında gibi davranmamalıymışım. O benim içimdeki küçük kız çocuğunu biliyormuş ve onu çok özlemiş. Allah aşkına on yedi yaşındaki bir genç kızdan bunları duyduğunuzu düşünün şimdi, benim yerimde olsanız ne yapardınız: Elbette kabul ederdiniz ve okurdunuz. Dırırınının kitabın adını açıklıyorum şimdi : Ye dua et sev.

Kitap başından sonuna bir iç ses. Tam bir romantik komedi filmi gibi. Böyle düşünürken yanılmıyorum zira Amerikan kültürü elbette okumayı sevmeyen Amerikalılar için kitabın filmini de çekmiş. Pek tabi Julia Roberts ile can bulmuş Liz karakteri. Otuzlu yaşlarının başında yeni boşanmış bir kadının yolculuğunu anlatıyor lakin anlatıcı resmen bir iç ses. Komik bir iç ses, basit bir dil, basit bir kitap. Yormayanlardan ve altını çizmeye gerek kalmayanlardan. Kitapta İtalyan erkeklerin maç izlerkenki hallerini anlatan sayfada kitabı bırakıp kocamı izlemeyi seçerken aklıma kuzenimin dediği geliyor. Demek ki neymiş: Hayat dersleri sadece yaşlı insanlardan gelmezmiş. Bazen 17 yaşındaki bir genç kız bile size hayatınızın dersini verebilir. İlknur okuyorsan burayı, bayılıyorum sana canım benim…

Nihayet maç bitiyor baklavayı almaya geliyor kocam yanıma. Bize bir şeyler oluyor ciddiyim. Özledim diyor ve ağzıma elleriyle bir dilim baklavayı veriyor. İtalyan erkekleri de halt etsin Allah aşkına. Pizzayı değil baklavayı seçerim her koşulda. Duş alıp geliyor, arabaya biniyoruz ve arabanın içi mis gibi kokuyor, saat henüz gecenin dokuz buçuğu ve ben çocukların uyumasını dört gözle bekliyorum.

Saçlarımı hiç toplamadım, dağınık kaldılar tüm gece boyunca. Evde pembe pijamamı da giymedim. Ben kocamı çok özlemişim, ben kendimi çok özlemişim. Savruk olmak çok yorucu, çocuklar uyuduktan sonra tam yarım saat saten gül kurusu geceliğimi aradım yok anacım bir türlü bulamadım.

İyi ki bulamadım,
Canım kocam,
Seni öyle çok.

Arada boş verelim;
Bırak dağınık kalsın…

Pier Lucci Collina’ya.
Re re re ra ra ra…



4 Kasım 2010 Perşembe

Ayıcık ve Ben, Kıskaç Kıskaç Kıskaç

Başlayalı şunun şurasında ne kadar az oldu ama sırf kitap önerisi yapmaya vakit ayırıyorum. Kitaplara ilgili yazılarımı daha değerli buluyorum. Deli miyim ne:) Oysa yazacak ne çok şey var, bir fırsatta onları da yazıya dökmeli. Mesela oğluşumun son yaramazlıklarını, nasılda saklambaç oynamayı becerebildiğini, nasılda hala beni emdiğini... 

Annelik hallerim, bir erkek bebek annesi olmak ile kız bebek annesi olmak arasındaki değişken ruh durumum, bunları da yazmak mümkün. Kızımın babaya olan hayranlığı, oğluşumun bana olan düşkünlüğü ve bu emzirme hallerimizi uzun uzun detaylayasım da var.

Kadınların doğum ve annelik halleri erkeklerin de askerlik anıları bitmezmiş. Kim demişse doğru söylemiş. Üç dört kadın bir araya toplanınca biri anlattıktan sonra evladını insan ister istemez başlıyor ''aaa, o da bir şey mi benimki de şöyle dedi geçen gün'' demeye. Çocuklarımdan konuşmayı çok seviyorum. Olur olmaz yerde kendimi onlardan bahsederken yakalıyorum. Birkaç gün önce ofise limitimizin en yüksek olduğu bankanın yöneticisi geldi, hiç olmayacak bir şey söyleyince tutamadım kendimi kadına çıkıştım. Çocuğundan ve anne olmaktan dert yanıyordu, kendine hiç vakit ayıramıyormuş, tutmuş iki yaşındaki oğlunu babaannesinin yanına İstanbul'a göndermiş, şimdi kafasını dinliyormuş, bıdı bıdı...''Umarım babaannesi çocuğu size yollamaz ben sizden çok korktum'' dedim. Tutamadım çenemi. Madem anne olmaya hazır değildin, niye doğurdun diyecektim neredeyse. Ortalık buz gibi oldu pek tabi, sesler kısıldı, konu kapatıldı. En azından sessiz kalmamış oldum. En azından kendimi sorumlu hissettiğim bir konuda duyarlı davranmanın rahatlığını yaşadım.

Yine yazı kendi yolunu çiziyor farkettiniz mi? Ayıcık ve Ben'i anlatacaktım oysa:) Oğluşumun sevdiği kitabı şu sıralar. Zaten şu sıralar akşamları uyumadan evvel kitap okumak çok komik bir hal aldı evimizde. Kızım bazı kitaplarını illa benimle okuyor, oğluşum kızımı yanımda kitap okurken görünce babasının kucağından inip üstümüze atlıyor, o da katılmak istiyor. Sonuç olarak baba oğluşu alıp öteki odaya götürüyor orada okuyorlar ama oğluşum bir şeyi kafasına takmaya görsün! Ne yapar ne eder taktı mı kafasına bildiğini okur, koşarak babasının yanından kaçıp, hooop kucağıma, elinde de kendi kitabı: Ayıcık ve Ben. Ablasına da ''dit dit kak kak'', abla da doğru babaya:) Nihayetinde anne oğul, elimizde Ayıcık ve Ben...

Ciltli bir kitap, İş Bankası Yayınlarından çıkmış, Elle Burfoot yazmış ve resmetmiş. Sayfalar dayanıklı ve sağlam. Çizimler keyifli, detaylı ve basit. 18 ay ve üstü bebelere hitaben. Konu olarak; minik ayıcık anlatılıyor. Ayıcık'ın büyümesi işleniyor. Başlarda ayıcık tırmanmaya denize girmeye korkarken büyünce hepsini yapabiliyor, O kadar basit bir dili var ki kitabın metini okuduğumu söylesem şaşırmayın:) Çok az kendimden katıyorum. Sadece başındaki denizin resmedildiği sayfada. Oradaki yengeçleri gösterip kıs-kaç yapıyorum o kadar. - Bir de boya kalemlerini, oyun halısını, zürafa ve fili detaylıyorum- Kıs-kaç şöyle oluyor; ''Bak oğluşum denizin altındaki yengeçleri gördün mü? Bak bak kıskaç kıskaç yapıyorlar.'' Ellerimle kıskaç kıskaç yapıp gıdıklıyorum oğlumu bayılıyor. Hatta artık kendisi o sayfayı açıp bana kıskaç yapıyor, o kadar çok seviyor. Hey gidi, geçen yıl kızımla yapardık oğluşuma miras kaldı bu yıl kıskaç işi:)

Ne diyordum, keyifli bir kitap Ayıcık ve Ben. Biz seviyoruz. Bu kez oğluşumla bitireyim;

- Kak kak dit dit.(Ablasına) Annnne, ayyyk, memme?
- Yok oğlum ne memesi, bak Ayıcık ve Ben vakti şimdi.
- İşte denizin altındaki yengeçler, ne yapıyorlar bak bak, kıs-kaç, kıs-kaç, kıskaç kıskaç kıskaç. Gıdı gıdı gıdı gıdı:)

Canım oğlum, seni öyle çok, öyle kocaman seviyorum ki. Dilerim hissediyorsundur...

Not 1 : Şimdi Deniz Kıyısında'yı da yazmak geldi içimden, sırf kitap anlatıyorum ben ne olacak bu halim?

Not 2 : Hey Allahım şu işe bak, ben iki çocuk annesi oldum ve onlara her gece kitap okuyabiliyorum, mucizem gerçek oldu. İnanamıyorum bunları yaşayabildiğime. Biri bundan beş yıl önce bunları söyleseydi, gerçekten mi der, inanamazdım. 

Not 3 : Bin şükür, milyon şükür, yüz milyon şükür. Dünyanın en şanslı kadınıyım:)






3 Kasım 2010 Çarşamba

Yasemin'e, İçsel Yolculuk Üzerine

Bakayım bakayım,,

Kaç yıl geçmiş aradan. Baştan alalım, böyle anlamsız oldu gibi sanki. Önceden bahsetmiştim giriş paragraflarındaki sıkıntımı. Aslında bayılıyorum öyle afili girişlere, mamafih son yıllarda bayılmakla kalıyorum. Buradan şu çok sık kullandığım ‘bayılmak’ kelimesine de atıfta bulunasım var ama asıl atıfı Virgina hak ediyor ona atıfta bulunacağım.

Sevgili Virgina,, -Pek tabi Woolf olan Virgina, daha evvelden de yazmış olmalıyım, evet evet yazdım ben Virginia’ya-

Demişsin ya Kendine Ait Bir Oda diye. Ah Virgina, belki anne olmayı seçseydin önce ‘Kendine ait bir zaman’ derdin.

Sevgili Yasemin,
Bu satırların müessiri Yasemin,,

Son günlerde iş yerinde inanılmaz gergin bir dönem yaşıyorum. Hayat öyle güllük gülistanlık değil. Diyorsun ya işten eve dönünce bırakırsın iş kimliğini, önemli olan özel hayatta ruhların dejenere olmaması diye. Ah Yasemin ben çok zorlanıyorum, belki son günlerde iş yerindeki sıkıntılardan, ne bileyim başa çıkmak zorluyor. Üstüne birde evdeki sorunlar… Kapıdan girmeden evvel çantamı bırakır gibi tatminsizlikleri, haksızlıkları, fazla beklentileri, empati yapmayanları, kısaca çocuklardan ayrı diğer her şeyi asıyorum dolaba. Orada bekletiyorum. Dedim ya sana dün, arada dağılsın konu, boşvermek gerek zaman zaman diye, öyle yapmayı sık sık başarabilsek. – Çalışalım bu konuda olur mu?- Bu yüzden yazıyorum işte, şimdi, tam şu dakika.

Kendine ait zaman’ı olmalı her kadının. Her anne olan kadının iki kat. Hiç vicdani sorgulamalara gerek yok. Eğer kendine zaman ayıramıyorsa insan bir noktadan sonra verim düşüyor. Amaçlara ulaşmak için insanın enerjisi kalmıyor. Bir derdim var benim biliyorsun, önemli bir derdim. Şudur ki; Ayakları yere sağlam basan, mutlu olmayı seçen, kendini korumasını bilen, özgüvenli çocuklar yetiştirebilmek. Gözüm arkada kalmamalı. Bunun üstesinden gelebilmeliyim. Şimdiye kadar da geldim bin şükür. Lakin ara ara bunalmıyor da değilim. Kendime ait bir zaman ihtiyacı içinde oluyorum.

Anlatmak istediğim kimlik bunalımı değil. Annelik, kadınlık, çalışan anne olma durumu hiç değil. İçsel yolculuğumdan dem vuruyorum. İçsel yolculuğum çocuklarımla evriliyor. Onları da kendim gibi yetiştirmeye özen gösteriyorum. Bu sebeple onların yanında kendimi öteliyorum. Evde olduğum her dakika inanılmaz değerli. Onlara amade oluyorum her saniye. Zira çalışan bir anneyim. Yokluğumu hissetsinler istemiyorum, anne sevgisinden yoksun çocuklar büyütmek istemiyorum. Dolayısıyla her saniye her dakika sevgimi, ilgimi göstermeye çalışıyorum. Televizyon izlemeyi, temizlik yapmayı değil onlara vakit ayırmayı tercih ediyorum. İyi ki.

Çalışmalıyız Yasemin, kendi paramızı kendimiz kazanmalıyız. Ayakta durmayı yere sağlam basmayı başarmalıyız. Artık nasıl becerebileceksek içsel yolculuğumuza da ket vurmamalıyız. Tüm bu yorgun hayatlarımızda tereyağından kıl çeker gibi sıyrılıp, çocuklara endekslenerek, mutlu olabilmeyi seçmeliyiz. Pek tabi kendimize zaman ayırarak.

Şimdi Bach dinliyorum. Air On The G-String. Biliyorum sende çok seviyorsun, aç şimdi, kemanla hüzünü değil, şu ortak anlarımızda huzuru dinleyelim. Nasılda güzel bir keman yorumudur o. Akşama evde seni ve kuzun Lara’yı düşünerek dinleyeceğim kızımla. Çok sever kızım da, biliyorsun. Daha gebeyken Brandenburg Konçertolarını dinlerdik. Özellikle No :5’i. Oğlum ayrımsayamıyor henüz.

Yasemin,,
Bu satırların müessiri Yasemin,

Şu dakika, Bach ile ben kendime zaman ayırdım. Sende ayır olur mu? Sık sık konuşalım. Bana çok iyi geldi yazmak.

Öpüyorum canım,
Dışı hafif yorgun,
Yüreği ağrıyan,
Şu anda, şu dakika huzurlu,
İki çocuklu bir anne.

1 Kasım 2010 Pazartesi

''Değnek Adam'' Korkusu

Kızım iki yaş civarında olmalı,,

Bir heves bir heves almışız Değnek Adam'ı. En güzeli baştan anlatmalıyım, bunlar da tarihe not düşülsün. Şimdi şöyle oluyor; kitapçıma gidiyorum, aslında kitapçımı da burada anlatmalıyım. Çok sevimli bir yer oldu. Çocuk kitaplarına kocaman bir salon ayırdılar. Hatta ortaya okumak için bir iki masa ve sandalye de attılar. Çay da içebiliyorsunuz orada, süper bir yer. Herneyse; orada Değnek Adam'ı gördük, sevdik, dokunduk, beğendik, aldık. Her zamanki gibi hediye paketi yaptırdık, üzerine de not düştük, tarih attık, sonra doğru eve. Kızım bir heyecanlı bir heyecanlı, keza oğluşum da. İlla hemen okuyalım, peki dedik, okuyalım:

- Bak kızım bu Değnek Adam gördün mü gördün mü?

Bizimki çok heyecanlı ve mutlu,

- Döydüm.
- Değnek Adam'ı sopa zannetmiş köpekçik, fırlatıp atmış, gördün mü kızım?
- Böhüüüü, böhüüüü.
- N'oldu kızım?
- Annesi, kapa annnesi, kapa.
- Dur kızım bak şimdi Değnek Adam'ı oyun oynamak için çocuklar nehire atıyorlar şimdi, gördün mü kızım, anlayamadı çocuklar onun Değnek Adam olduğunu ne komik di'mi kızım?

Bizimki korku içinde.

- Böhüüüüü, kapa annesi.
- Ama bak kızım şimdi Değnek Adam'ı çocuk kardan adama kol olarak takacak.
- Böhüüü, kapa kapa.

Anında kapatılır Değnek Adam ve geçen aya kadar çıkartılmaz ortaya. Hatta kitaplığında bile görmesine imkan tanınmaz.

Kitap benim neznimde üç yaş altı çocuklara uygun değil. Zira korku yaratabiliyor anlatılan hikaye. Konusu ne mi?

''Değnek Adam ormanda bir ağaçta karısı Değnek Hanım ve üç değnek çocukla birlikte yaşamaktadır. Bir gün koşmaya ormana çıkar, onu orada bir köpek görür ve ağzına aldığı gibi fırtaltıp atar, çünkü onu bir sopa sanmıştır. (Buradaki bir çizimde köpek ağzına almış Değnek Adam'ı, kızım çok korkmuştu) Ardından çocukların eline geçer Değnek Adam. Bu kez de çocuklar onu fırlattıkları gibi köprüden aşağı nehire atıverirler. Sonra zavallı Değnek Adam'ı bir kuğu alır, yuva yapmak için dal olarak kullanır. Değnek Adam'ın başına gelenler bununla da kalmaz. Bu kez bir kayığın küreğine takılıp, denize taşınır, onu bir baba bulup bayrak direği olarak kullanır kumdan kalesinde. Daha bitmedi başına gelenler, zavallı Değnek Adam bu kez yorgunluktan bitap düşer, üstüne kar yağar, çocuklar onu kardan adama kol olarak takarlar. Son tahlilde başka bir çocuk onu evine odun olarak götütür, şöminenin kenarına koyar, tam yanacakken bacadan Noel Baba gelir ve onu kurtarır, ailesinin yanına götürür. Artık herkes mutludur.'' 

Abla, Değnek Adam'ın başına gelenlerden çok korkmuştu. Onu bir köpeğin ısırması, çocukların fırlatması hiç hoşuna gitmemişti. Sonra bacadan çıkan Noel Baba'ya da bir anlam verememiştik. Dolayısıyla rafa kaldırmıştık iki ay öncesine kadar. Şimdi severek okuyoruz, hatta köpekçiğe söyleniyoruz, ''Ah köpekçik nasıl farketmezsin işte o Değnek Adam'' diyoruz:) Bir tek Noel Baba'nın olduğu çizimi anlatırken zorlanıyorum. Onu da geçiştiriyorum, çok detay vermiyorum.

İş Bankası Yayınlarından çıkmış kitap, Tostorman'ın yazarı Julia Donaldson yazmış ve yine Axel Scheffler resmetmiş. Ciltli ve dayanıklı, eğlenceli kitap katagorisine giriyor evimizde. Şu sıralar abla severek okuyor. 

İçerik ve çizimlere önem vermemin sebebi bu işte. Biz çocuğumuzu eğlendireceğiz derken içerdiği resimler yüzünden korkutmuştuk, zamanla hatası yaparak. Aman diyeyim, baktınız çocuğunuz korkuyor, ortadan kaldırın, büyüyünce tekrar çıkartırsınız. Dikkatli olun kitap seçerken. İlk kötü kitap seçimimiz Değnek Adam olmuştur ne yazık ki. Aynı durum Tostoraman için de geçerli lakin onu uzun uzun detaylamak gerek...

Pek tabi adetimiz olduğu üzere kızımla bitiriyoruz;

- Ah annesi ah annesi söylesene çocuklara o bir kere hiç çanta askısı olur mu, o Değnek Adam, bir karısı ve üç çocuğu var di'mi annesi?

- Di kızım,
- Di benim papatya kızım.

Not 1 : Her yazıya başladığımda diyorumki içimden, kitaplar dışında bir şeyler yaz, olmuyor. Nedense bu blogda hep kitapları yazacakmışım gibi hissediyorum. Tuhaf!

Not 2 : İçten içe bu durumu seviyorum : İtiraf.

Not 3 : Üçlemek için yazılmış bir not : Trilaylaylay lay:)

Foto Not : Bir uyku öncesi, Değnek Adam'ı okurken...

Kızım'a Not : Seni çok seviyorum papatya kızım benim.

Sekreter'e Not : İyi ki değiştirdin temayı, teşekkür ederim canım arkadaşım.

28 Ekim 2010 Perşembe

Nurturia'ya...

Damla yazmış soruları öneri olarak, bunların üzerinden gitmeyi planladım önce, lakin sanırım yine yazı beni yine götürecek,,


Damla kim mi, Damla Nurturia’nın fikir annesi. Tanışmadım, hiç de görmedim. Zaten Nurturia’dan kimse ile yüzyüze görüşemedim henüz. İyi bir fikir atmış ortaya, anladığım odur ki; kocası da ciddi ciddi oturmuş, çalışmış, böyle bir site kurmuşlar. Çok da iyi etmişler. Bir sürü anne ile az da olsa birkaç baba ile gün içersinde konuşup duruyoruz. Hiç susmadan. Malum bünyemde müsait, bıdı bıdı, sürekli, genelde çocuk ekseninde lakin her konudan. Rutinim oldu benim Nurturia kısa bir zaman içinde, herkes o kadar gerçek o kadar samimi ki, saçmasapan yaptığım bir güncellemede bile geri dönüş oldukça mutlu oluyorum.

Nurturia ile montessori blogu, elfana, pratikanne ve blogcuanne sayesinde tanıştım ben. Önceleri takip ettiğim yegane bloglar bunlar idi. Montessori blogundan elfana ve pratikanne’yi keşfetmiş onlarda bloglarında Nurturia’dan bahsedince öylesine bir göz atayım demiştim. Üye oldum ve amanında amanın kimlerle kimlerle tanıştım. Gerçekten ilginç bir site, bir ruhu var, enerjisi var. Buna inanıyorum. Orayı orası yapan elbette katılımcılar demem o ki; Hayat veren tüm kadınlara Damla üzerinden önce bir teşekkür edeyim. Kimi yazsam eksik kalacak, dolayısıyla her bir nurturia kullanıcısı anne benim için değerli. Ayrıca Damla biliyorum ki okuyacaksın burayı, aklına sağlık arkadaşım, ne iyi etmişsin bunu düşünmekle. Birde tez vakitte bana şu logo nasıl koyulur bloga anlatıver yahu. Aradım taradım mamafih bulamadım: )

Nurturia sayesinde bazı kayıtları tutmakta kolaylık yaşıyorum, bunu buraya yazmam şart. Çocuklarım çok sık hastalalanan çocuklardan ne yazık ki, evde hep bir çetelem olur benim. Şu tarihte şu ilacı kullanmışım gibi. Nurturia’daki anı defteri ve güncellemeler acayip fonksiyonel. Diyelim kardeş ne zaman hastalandı ve en son ne zaman hangi ilacı kullandı, hooop bir tarıyorum kardeş güncellemesini anında önümde. Eskisi gibi ajanda aç doktoru ara derdinden kurtuldum.

Anı defteri benim duygusal yönümü okşuyor, evde tuttuğum günlüğüm gibi; Papatya kızım bugün bana şöyle dedi, yakışlı oğluşum bugün uçacağını sanıp üzerime atladı gibi. Her anı defteri güncellemesinin altına çocuklarım için bir cümle yazmaya özen gösteriyorum, evdeki günlüğüme de öyle yaparım. Hani büyüyecekler ve ben onlara bu günlüklerimi göstereceğim ya, sonra da bana sarılıp annecim diyecekler ya…

Bir sürü bilgi ediniyorum oradan, buradan, kitaplardan, internetten, çevremden. Annelik üzerine olan bu bilgileri kiminle paylaşacağım, kime danışacağım, nasıl emin olacağım, elbette Nurturia’da olan arkadaşlarımla. Bana kattığı en önemli durum budur: Fikir alışverişi. Bak ikicocukannesi bence şöyle yapmak daha mantıklı, bak ikicocukannesi ben olsaydım böyle davranırdım, sakın alma ikicocukannesi ben aldım hiçbir işe yaramıyor, muhakkak al ikicocukannesi hiç acıma o vereceğin paraya acayip fonksiyonel bir oyuncak ya da ikicocukannesi bu kitap var mı kitaplığınızda benimki bayılıyor not al sor kitapçına. Bana ve abla ile kardeşe en önemli katkısı budur Nurturia’nın…

Damla ne dilersiniz diye sormuş ne dileyeyim; Nurturia için huzur diliyorum. Çok zor bir şey bu biliyorum, yüzlerce kadının, yüzlerce farklı yerlerde büyümüş, farklı anneler tarafından yetiştirilmiş kadının elbette aynı şekilde çocuk yetiştirmesi ve aynı şekilde düşünmesi mümkün değil. Aslında düşünecek olursak farklı görüşler zenginliktir; ama kimi kişiler ben bilirim benim dediğim doğru benim ki aslolan demeye meyilli olabilirler. Kimi karakterler baskındır, kimi karakterler ukala, kimi karakterler de savruk. İnsanın olduğu her yerde hata olur, Nurturia’yı Nurturia yapan anneler olduğuna göre kaçınılmaz olan şey fikir ayrılığı. İş burada biz annelere düşüyor, yazarken özen göstermeyi başarmakta. Demem o ki; Burada bir kişinin eksikliği bile Nurturia’nın dimağini azaltır, bir arada bu kadar farklı insanı nasıl tansiyonu yükseltmeden idare edebilirsin, bol kolaylık: ) Herkes yavrusu için yazdığını yavrusu için çaba sarfettiğini hiç unutmasa keşke.


Unutmadan,
Yine Nurturia’da tanıdığım bir arkadaşımdan öğrendiğim şarkıyla bitireyim yazımı:

Hapi börtdey tu yu,
Mandalina suyu,
Yap çişini uyuuuuuuuuuuu,
Hapi börtdey tu yuuuu..

Nice Senelere Nurturia,
İyi ki doğdun ve iyi ki birçok güzel yürekli anneyi tanımama vesile oldun.

Nurturia Anneleri;
Çocuklarımın hastalıklarında ve her güncellemelerimde iyi ki yanımda oldunuz,
Bayılıyorum...

Logoyu beceremiyoruz bari linki yazalım di'mi:
http://www.nurturia.com.tr/.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı Kurumasın Anne

Kedilerden konuşulabilir pekala, ya da kadınlardan ya da kedi seven kadın yazarlardan. Hooop ilk aklıma Virginia Woolf düştü, onu geçtim bu kez aklıma gele gele Ayn Rand geldi. Yahu bu iki kadın da hem Türk değil, hem de anne değil. Bizden bir örnek hemen, anne olsun ya da olmasın ama bir Türk kadın yazar olsun, kim diyelim; Lale Müldür, mor kadın. Anne değil o, geçelim. İçimden başka bir renk tutayım yok yok dışımdan da söyleyeyim; Pembe. Pek tabi pembeyi çağrıştıran ilk kadın yazar: Hem Türk hem de anne. Dırırırırnının: Elif Şafak. Elif Şafak'ın çok zor anne olduğunu biliyor muydunuz? Algı meselesi işte, doğuran ve doğuramayan kadınları hep ayrımsarım.

Benim bu giriş paragraflarıyla ciddi sorunum var eminim:) Durum şudur ki; sabah erken geldim ofise, niyetim Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı'nı detaylamak, yazıyı bir an önce nihayete kavuşturmak idi. Bir yandan da kafamda bugünkü iş planı. Şu cümleye kadar iki telefon görüşmesi ve önüme gelen bir faksı öteledim ama aklım hala Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı'ndan çok Yazarlığın kadın erkek ayrımı ile bir bağlantısı olup olmadığında ve doğuran kadınlar ile doğurmayı seçmeyen kadınların hayattaki duruşunun çarpıcı farkında.

Uzatmaya, çok konuşmaya ve zihnimin karışık/dağınık çalışmasına alışığım ben. Hala konuya gelemeyişimin sebebi bu pek tabi:) Bu yaşıma kadar öğrendiklerimin, okuduklarımın etkisi olabilir bu durumla alakalı. Şu dakika düşünüyorum komplike çalışan bir zihin iyidir yahu, mesela doçentler. Adamlar/kadınlar yaşlandıkça değerleri artıyor zira işleri gereği sürekli yeni bir şeyler öğrenmek kendilerini geliştirmek durumundalar. Acaba okuduğumuz bu şaşırtıcı kitaplar bebeklerimizin zihninde nasıl bir şekil alıyor, ben bunu da düşüneyim. Şunu şunu; korkutucu öğelerden çok, şaşırtan imgelerin hayal gücüne bir katkısı var mıdır, işte bunu düşüneyim:)) Pek tabi bu yazıyı bitirdikten sonra, şimdi yeniden Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı'na dönmeyi deneyelim hep birlikte,,

Canım Behiç Ak yazmış ve resimlemiş kitabı. Günışığı kitaplığından çıkıyor kitap. Yaklaşık iki aydır evimizde, mütemadiyen iki gecede bir özel istek üzerine odasına geçip kitabı dolaptan alıp tekrar koltuğa dönüyorum çiçek kızım için. Tam olarak şöyle oluyor. ''Annesi annesi hani Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı? Hepsini getir annesi ben çınar ağacı'na bakmak istiyorum annesi.'' Harika bir kitap, güzel bir kitap, çok çok çok sevdiğim bir kitap. Ne zamandır aradığım bir kitap idi. Yayını durmuş ve basılmıyordu. Kitapçımdan kırk kez sipariş etmiş ve her alışverişte sorup yok henüz gelmedi dediklerinde üzülmüştüm. Bir Cumartesi yeniden basıldığını ve kitapçımın sipariş ettiğini hatta artık ellerine ulaştığını öğrenince çok sevinmiştim. Kitap alışverişini internetten yapamıyorum ben. İlla dokunacağım, illa sayfalara değeceğim, ötekisi mümkün değil. İnterneti araştırıp listelemede kullanıyorum, satın alma işini de kırk yıllık kitapçımdan. Ne diyorduk evet evet iyi ki basılmış.

Hikaye süper, kahramanlar ve tüm çizimler acayip şaşırtıcı. Behiç Ak döktürmüş, ellerinden öperim. İlginç bir köyü resmetmiş, köydeki ilginç bir çınar ağacını. Ayşe, babası İbo ve Ahmet ile denize kıyısı olan hatta denizin içinde olan bir köyde yaşamaktadır. Ayşe'nin babası İbo, yüksek tansiyon hastası göbekli ve sürekli uyuyan horlayan bir adamdır. Ayşe için babasının gövdesi harika bir oyun alanıdır. Çiçekli şapkalı Ayşe babasının göbeğine oyun halısını serer, üstüne mutfak setini koyar oyun oynarmış. Evin kedisi İbo'nun başının üstünde pinekler, evin kuşları babasının horlayan ağzının içine yuva yaparlarmış. Bir sabah Ahmet koşarak eve girip  Ayşe'ye çınar ağacının kuruduğu söyleyince Ayşe büyük bir hayal kırıklığı yaşar doğal olarak. İnanamaz, zira Çınar ağacı köyün kalbidir, köyün merkezidir çünkü; köydeki kadınlar Çınar ağacına çamaşır serer, çocuklar balonlarını asar dallarına, köklerine kayıklar bağlanır hatta köyün müezzini bile minareyi ağaca taşır ezanı oradan okurmuş. Çocuklar ağacın gövdesinin içine gizli bir oda yapıp oraya soba kurmuşlar üstünde çay demlemiş, saklambaç oynamışlardır. Şimdi Çınar ağacı eğer kuruduysa...

O kadar güzel detaylar var ki kitapta, örneğin köydeki evlerin pencereleri balık şeklinde, çatıları mantar şeklinde. Çatı üstlerinde merdivenler var ve kediler bu merdivenleri kullanıyorlar. Her sayfada kedi figürleri, merdivenler, toplar, İbo'nun ağzına yuva yapmış kuş, Ayşe'nin cebindeki makas, Ahmet'in başındaki elma, İbo'nun kollarına kurulan kaydırak ve bacağına dayanan salıncak son derece ilginç. Bende kızımda bayıldık. Lakin kitap üç yaş altı bebelere uygun değil, şaşırtayım derken çocukların soyut imgelerle kafalarının karışması çok olası. Dolayısıyla soyut ve hayal ürünü bir kitap olduğunu anlamayacağını düşünüyorsanız bekletin derim. Yazarın Türk oluşu harika. Bizden imgelemeler çok var kitapta; mesela çaydanlık resmi, soba resmi, dikiş makinası resmi hatta komik bir minare ve müezzin. Noel baba'dan bin kat daha iyidir:) Ciltli bir kitap değil, sayfaları ince ama dayanıklı. 9.5 Tl ödedik fiyatını da yazalım tam olsun.

Kızımla bitirelim;

- Bak annesi, bak bak annesi gördün mü kedicik nasılda tırmanıyor çatıya, bak bak annesi çocuk kaydıraktan nasıl da kayıyor, tıpkı benim gibi di'mi annesi? Ama annesi Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı kurumasın di'mi annesi?

- Di kızım,
- Di benim papatya kızım.

26 Ekim 2010 Salı

Eveleme Develeme

Öhöm öhömm, ses kontrol bir iki bir iki; Hımmmm,,

Portakalı soydum, yok yok bu kez başka bir tekerleme söyleyeyim; Eveleme develeme taze tuzi berber kuzi oncuk boncuk develeme çocuk hadi sana dedim sen çık. Ebe oldum, Hoppp Başak, sobelemişsin, Öyleyse devam: )

Bazı soruların bende vuku bulmuş cevapları, buyurmaz mısınız?

1. Boncuğunuza kitap seçerken en çok önem verdiğiniz kriterler neler?

- İçerik ve çizim pek tabi. Ne anlatıyor nasıl anlatıyor, içeriğinde onu korkutacak bir şey var mı? Somut karakterler mi yoksa soyut bir çizim var mı, bunlara dikkat ederim.

2. Bir kitabın kapak tasarımı sizi cezbeder mi?

- Tasarım derken, yok canım ne alaka: ) Kendime seçerken önemsiyorum da, kızım ve oğlum daha çok içine bakıyorlar, dışına değil: )

3. Çocuk kitaplarının didaktik yaklaşımlarını nasıl buluyorsunuz? (Kolay buluyorum felan diyen olursa-ki ben olsam derdim ya neyse- mızıkçı yazacam)

- Didaktik yaklaşmalara izin vermiyorum, zira ben metini değil, daha çok kendi uydurduğumu okuyorum.

4. Çocuk kitaplarındaki resimler nasıl olmalı sizce? Hikayesini beğendiğiniz bir kitabı ilüstrasyonlarından dolayı almamazlık ediyor musunuz veya tam tersi oluyor mu? Hikayesi uyduruk olan bir kitabı grafiklerine aşık olarak aldığınız oldu mu? Grafiklerde aradığınız temel özellikler var mı? Varsa nedir?

- Çizimler her şey demek, en önemli kriterlerden benim neznimde. Aradığım bir takım temel özellikler var tabi; Mesela gerçekçi olacak insan figürü, çok güzel insanlar değil kusurlu insanlar olacak. Çizer detaycı olacak, bir sayfada muhakkak ilginç bir çizim barındıracak. Gerçek hayatta karşılaşamayacağı imgeler çıkacak çocuklarımın karşısına, örneğin bir dinazor ya da  bir ameliyat odası ya da bir uzay mekiği. Ayrıca hayal gücünü ufkunu genişletecek; Örneğin balık şeklinde bir pencere, pembe elbiseli bir kurbağa ya da sekiz kollu dans eden bir ahtapot. Buradaki bir diğer önemli ayrımsama : Hayal gücünü geliştereyim derken yaşıyla doğru orantılı hareket edecek çizer, korkutmayacak.

5. Çocuğunuzun şu anda en çok sevdiği 3 kitap hangileri? Bu kitapların bir ortak yönü var mı?

-  Abla; Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı (Bir sonraki önerimde detaylayacağım), Ayağına Diken Batan Süper Karga ve Pırtık Tekir. Kardeş : Ayıcık ve Ben (Bir sonraki önerimde bu kitabı da detaylayacağım) , Köstebek Kuki ve Yağmurlu Bir Gün. Ortak yönü yok kitapların, herbiri için farklı sebeplerimiz var.

6. Bir çocuk kitabı yazsanız hangi temayı işlemeyi düşünürdünüz, ya da temasız öylesine bir masal mı uydururdunuz?
 
-  Bol zıplamalı, bol fırlatmalı, bol toplu, bol koşuşturmalı basit bir konu uydururdum ben ve kitabım mor olurdu, kızıma uyumadan evvel anlattığım bir masal var, onu yazardım. Oğluşuma da yüksek ihtimal sık sık düşen ve sürekli  koşan bir karakter uydurur onu yazardım. Kendilerinin çizmesini isterdim kitabı, onların çizimleriyle katılımlı bir kitap: )
 
Gururla takdim edildi:)
İki çocuk annesi tarafından.
Ne havalı ne havalı,
Aman da aman:)
 
Not 1 : Yazarken kendimi pek önemli hissettim.
Not 2 : Bızdıklar büyüsün onlarla röportaj yapılsın istedim.
Not 3 : Sobe sobe sobe. Üçlemek için yazılmış bir not olsun: ) 

25 Ekim 2010 Pazartesi

Dünyanın En Güzel Kedisi : Karpati

Bir uyku öncesi,,

- Annesi, annesi hepsini alalım, hepsini hepsini.
- Yok kızım, üç tane okuyacağız bu akşam, sen seç bakalım, önce hangisi olsun; Pırtık Tekir, Yavru Ahtapot Olmak Çok Zor ya da Ayağına Diken Batan Süper Karga.?
- Pırtık Tekir.
- Peki kızım, peki çilek kızım, önce Pırtık Kedi.;

Pırtık Tekir çalgıcı bir sokak kedisidir, parkta en yakın arkadaşı Hüsnü ile birlikte şarkı söylemeye bayılır. Aslan büstünün hemen altında, ekose şapkalarını önlerine koyarlar ve onları bir sürü kişi dinler. ‘Bak bak ekose şapkayı gördün mü kızım?’

- Ama anesi bak bu amca dinlemiyor?
- Evet kızım çünkü o amca telefonla konuşuyor. Hem telefonla konuşup hem bir başkasını dinlemek çok zor olur kızım.
- Söyle amcaya dinlesin.
- Peki kızım. ‘Bak amca; Pırtık Kedi ve Hüsnü’yü dinlesene sende. Kapa telefonu onları dinle.’

Sonraaa, Hüsnü sucuklu tostunu yemek için köşe başında oturur. Bu sırada Pırtık Kedi biraz dolaşmaya çıkar ve güzeller güzeli Karpati ile tanışır. Birbirlerine aşık olurlar.

- Bak bak kızım gördün mü Karpati ne güzel di’mi kızım?
- Çok güzel bir kedi annesi Karpati.

Ardından bir kapkaççı Hüsnü’nün şapkasını alır ve koşarak kaçar. Zavallı Hüsnü kapkaççıyı kovalmaya başlar ve olan olur. Gördün mü kızım, Hüsnü düşüverdi. O da ne; Bir ambulans geldi ve işte şu gördüğün hastaneye Hüsnü’yü götürdüler.

- Annesi, hani ben düşmüştüm, sonra hastaneye gitmiştik hani, o hastaneye mi götürdüler Hüsnü’yü?
- Evet kızım bak burası o hastane galiba.

Sonra Pırtık Kedi Hüsnü ile beraber şarkı söyledikleri aslan büstünün önüne gelir ve Hüsnü’yü bulamaz. Gece olur Pırtık Kedi Hüsnü’yü bulamadığı için çok üzgündür. Aklına güzeller güzeli Karpati gelir.

- Annesi söylesene Pırtık Kedi’ye, ‘’Hüsnü hastanede’’ desene.
- Sen söylesene kızım.
- ‘Pırtık Kedi Pırtık Kedi, Hüsnü kapkaççıyı kovalarken düştü, benim gittiğim hasteneye gitti, koş koş sende oraya git.’

Ardından Pırtık Kedi, Karpati’ye; ‘Karpati Karpati Hüsnü’yü bulamadım, bu gece sizde kalabilir miyim?’ der. Karpati de Pırtık Kedi’ye; ‘Tabi kalabilirsin Pırtık Kedi’ der ve evine davet eder. Artık Pırtık Kedi’nin yeni bir hayatı vardır. Sabahları evdekileri ayaklarını yalar, kilimin altına anahtarı saklar, teyzenin kalemini devirir, evdeki çiçekleri ve tavuğu yer ama geceleri başını yastığa koydukça arkadaşı Hüsnü’yü hatırlayıp hüzünlenmektedir. Bu sırada da Hüsnü hastaneden çıkmış, ayağı alçıya alınmış ve başı uf olmuştur. Üzgün Pırtık Kedi, Hüsnü’yü aramak için beraber şarkı söyledikleri yere gitmiş ama Hüsnü yerine sihirbaz bir adamı görmüş çok şaşırmıştır.

-Bak kızım gördün mü gördün mü sihirbazı? Bak bak şapkasından tavşan çıkarıyor, bak bak şimdi de kuş çıkarıyor, bak bak insanlar sihirbazın şapkasına para atıyorlar, gördün mü annecim?
- Annesi dur dur ben insanlara söyleyeyim Pırtık Kedi ve Hüsnü’yü buluştursunlar.

Dur kızım bak şimdi n’olacak: Karpati ve Pırtık Kedi’nin üç minik yavrusu olur. Afacan böyledir, Minnoş şöyledir (en çok Afacan’ı seviyor çileğim benim, üç dört kez Afacan’a bakıyoruz mütemadiyen) ve Cimcim Tekir böyledir. Afacan’ı bu iki çocuklu aile alır, Minnoş’u da işte bu aile. Ama Cimcim Tekir’i kimse istemez. Çünkü Cimcim Tekir, tıpkı babası gibi şarkı söylemeyi çok seven bir şarkıcı kedidir. Bunun üzerine Pırtık Kedi Hüsnü’yü bulmak için karısı Karpati ve oğlu Cimcim Tekir’e ‘Hoşça kal’ der ve Hüsnü’yü aramaya koyulur. Parktan geçer, tünele girer, gece olur gündüz olur ve sonunda Hüsnü’yü bulur.

- Yaşasın yaşasın, bak annesi nasılda sarılıyorlar, Karpati’de gelsin annesi, Karpati’de gelsin.

-Gelsin kızım gelsin ama dur bak ne olacak şimdi?

Sonraaaa Pırtık Kedi ve Hüsnü birbirlerine sıkıca sarılırlar. Birlikte eski günlerde olduğu gibi şarkı söylemeye başlarlar ama Pırtık Kedi bu kez Karpati ve eski evini özler. Ev sahibinin ayaklarını yalamayı, kilimin altına anahtar saklamayı sonra en çok da Karpati’yi. Sonraaa Pırtık Kedi’nin aklın harika bir fikir gelir ve Cimcim Tekir’i Hüsnü’ye verir. Artık herkes mutludur. Cimcim Tekir Hüsnü ile birlikte şarkı söylediği için, Pırtık Kedi ve Karpati de onları birlikte dinledikleri için.

- Ne güzel di’mi kızım?
- Annecim bu kez ben okuyacağım; Pırtık Kedi bir çalgıcı kedisidir….

Kitap kuşe kağıda basılı, sayfalar sağlam. Yırtılmıyor kolay kolay. Kardeş’e rağmen bizde yırtılmadı. Ciltli ve büyük boy. İş Bankası Yayınlarından çıkmış, Tostoraman’ın yazarı Julia Donaldson yine döktürmüş diyorum. Çizimler Axel Scheffer tarafından yapılmış. Son derece güzel, özellikle insanları ve kedileri gerçekçi resmediyor çizer, biz beğendik. Detaylı çalışıyor; mesela dondurma yalayan çocuk, sihirbazın elindeki minik toplar, kapkaççının sakalları, harika diyorum. Kızım bayılıyor , oğluşum da. Sadece onbeş tl ödedik biz, bunu da burada yazalım eksik bilgi olmasın. Eğlenceli kitap katagorisine giriyor bizim evde, alt metinde dostluk ve sadakat anlatılmış ama boğmamış yazar mesajlarla. 2 yaş üstü için ideal, öncesi için komplike olur diye düşünüyorum. Puanım : 10.

Üstte yazdığım metin kızım anlatış tarzım, kitabın yazarı da güzel yazmış, lakin ben metine bağlı annelerden değilim, illa kendimden katarım. Kitaplar bambaşka dünyalar, kızım bambaşka dünyaya gidiyor her gece, uyku öncesi ritüelimiz, vazgeçilmezimiz. Onunla birlikte kitap okumak, heyecanlanmak, şaşırmak, her seferinde, her kerseninde, her defasında..

Pek tabi kızımla bitiriyoruz;

- Annesi annesi dünyanın en güzel kedisi Karpati, di mi annesi?
- Di kızım,
- Di benim papatya kızım.

Asıl asıl not : Efenim pek tabi kitabın orijinal adı : Pırtık Tekir lakin Abla’nın sözlüğünde Pırtık Kedi olarak vuku buluyor.

Son son not : Kaleye mum dikiyorum hali hazırda, portakalı soydum’u söyledim, ebe ben oldum. Elma dersem çık armut dersem çıkma’yı duydum. Canım arkadaşım armut dedi, ilk fırsatta çıkacağım:)

Foto not: Günler 70 saat olsun ve ben fotoğraf çekebileyim:)

22 Ekim 2010 Cuma

Mavi Saçlı Kız ve Pal Sokağı Çocukları

Annem,
Bundan çok çok çok çok uzun seneler evvel,
İstanbul’da yaşadığımız ev,
Gecenin bir vakti,
Kitabım da kitabım diye tutturduğum bir uyku öncesi,,

Ranzamız vardı bizim, ben üstte yatıyordum, kardeşim altta. Annem yanıma çıkmıştı. Elinde benim kitabımla. Annem okuyor ben dinliyordum. İlk kitabım bu olmalı. O yıllarda şimdiki gibi böyle bol kitap olduğunu sanmıyorum. Küçük, kötü kaliteli bir kağıda basılmış, saman gibi sayfaları olan bir kitap. Ama resimli. Üstelik en sevdiğim hikayeyi anlatıyor. Bir kız çocuğu var o kitapta ve saçları mavi. Saçları mavi olduğu için arkadaşları onu istemiyorlar ama bu kız çocuğu mavi rengini çok seviyor. Giydiği tüm kıyafetleri de mavi, kalemi de mavi, oyuncakları da mavi. Sonra yavaş yavaş arkadaşları bu kız çocuğuna haksızlık yaptıklarını farkedip mavi bir dünyada yaşamak nasıl olur diye düşünüyorlar. Günlerden bir gün kızın doğumgünü oluyor ve arkadaşları kıza masmavi hediyeler getiriyorlar. En sevdiğim bölümü burası kitabın. Arkadaşlarıyla birlikte doğumgününde eğlendiği günün resmedildiği sayfa. Anneme defalarca okuttuğumu, defalarca kulaklarımı kocaman açıp dinlediğimi, defalarca doğumgünün olduğu sayfaya baktığımızı hatırlıyorum. Çok severdim.

Babam,
Bundan seneler seneler evvel,
İskenderun’da yaşadığımız ev,
Babama çok aşık olduğum yıllar,,

Biraz büyüyorum, babam tam bir kitap kurdu. Ona nasıl hayranım nasıl tarif edemem. Hala da öyle ya. Herneyse; babam bir gün okul çıkışı beni almaya geliyor, zaten beni almaya gelmesi benim için harika bir durum. Koşa koşa babamın arabasının yanına gidip arkadaşlarıma babamı göstermeye bayılıyorum. Babamla hep gurur duyuyorum. Arabaya biniyoruz babam diyor ki; Sana bugün bir kitap alalım mı? Ben seçeyim mi kızım ne dersin? Dünyalar benim oluyor. Babam, o çok sevdiğim babam, gözü gibi baktığı kitaplarını çok seven babam, bana bir kitap alacak. Çok heyecanlanıyorum. Kitapçıya giriyoruz, babama hoş geldin Ali Bey diyorlar, sipariş ettiğiniz kitap geldi. Babam beni tanıştırıyor kitapçıyla, siparişi kızım için yaptık bakalım sevecek mi kitabını diyor, gülümsüyorum. Daha okumadan çok seviyorum ilk kitabımı. Eve gidene kadar zor sabrediyorum. Eve giriyoruz, babam beni koltuğuna oturtup kitabı nasıl tutmam gerektiğini, sayfalarını nasıl çevirmem gerektiğini kısaca anlatıyor. Kitaplara saygıyı zaten babamdan hep gözlemlediğim için dikkatle dinliyorum. Sonra yemek yiyoruz ve baba kız yemekten sonra kitaplarımızı alıp okumaya başlıyoruz.

Kitabımın adı : Pal Sokağı Çocukları. Bir kahraman var ki kitapta Nemeçek; onu nasıl seviyorum nasıl seviyorum. Nemeçek için ağlıyorum kitabım bittiğinde. Kitaptan öylesine etkileniyorum ki, okurken ve sonrasında kendimi hep o mahallede hayal ediyorum. Sonra babama arkadaşlarımla bir klüp kurmak istediğimden bahsediyorum. Bu şahane fikrime babam bayılıyor ve sitemizin girişindeki küçük klubeye bir tabela yaptırıyor. Benim babam dünyanın en harika babası. Arkadaşalarıma babamın yaptırdığı tabelayı gösterip babamın asmasını izliyoruz. Tabelada Maceracı Çocuklar yazıyor. O kışı ve yazı ödevlerimiz yapmak oyun oynamak için hep o klubede geçiriyoruz arkadaşlarımla birlikte.

Kitaplar, benim hayatımda inanılmaz bir yere sahip. Kitap okuma alışkanlığımı da, kitaplara saygı duymayı da annem ve babamdan öğrendim. Her ikisi de kitap kurdular. Tüm çocukluğum onları kitap okurken görerek geçti. ‘En güzel hediye kitaptır’ cümlesini çok sık duyduğum bir aileden geliyorum. Kızımın kreşte arkadaşlarının doğumgünü olduğunda hep kitap hediye ediyoruz. Geçen hafta üç yaşına girdi ve dedeleri ile en yakınlarından birer kitap hediyesi aldı. Şimdiki şartlarda kitap alırken hiç sıkıntı yaşamıyoruz, zira harika kitaplar var artık çocuklar için.

Kitap önerilerinin olacağı yazılarım için başlık babında bu yazıyı yazdım, hani rol model diyoruz, anne-baba tutumu diyoruz ya o açıdan. Siz evde televizyon izlerseniz, siz evde temizlik yaparsanız, siz evde sürekli uzanır durursanız; sanmayın ki çocuğunuz kitaplarla ilgilenir, sanmayın ki cocuğunuz bir kitap kurdu olur...

Canım kızım,
Canım oğlum,
Kitaplar hayattır,
Size dünyayı vadeder,
Kitap gibisiniz,
Sizi çok seviyorum.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Pıt pıt

Yürek ağrım, çileğim, çiçeğim, papatya kızım;

Şu sıralar hep bir şeylere geç kalıyorum ben. İşe, eve, saçlarıma bakmaya, ortalığı toparlamaya, arkadaşlarımı aramaya. Hep gecikiyorum. Hayatım tamamıyla bir koşuşturmaca. Bir şeyler hep eksik kalıyor, hep yarım yamalak. Seni düşünüyorum, kardeşini düşünüyorum ben size yetmeye çalışıyorum ama annecim. Özen gösteriyorum.

Beni üç seviyormuşsun, beş seviyormuşsun, geçen gece uyumadan evvel kendin söyledin. Ben seni bin beş yüz seviyorum yavrum, milyon kez seviyorum. Koşulsuz seviyorum. Hayat sana ne gösterirse göstersin, başına ne gelirse gelsin bu hiç değişmeyecek. Sen benim kızımsın bir kere, karnımda yaşadın, var mı ötesi?

Üç yaş ne demek, ben sana doyamıyorum kuzum. Mezuniyetini, evliliğini, anne olmanı görmek istiyorum. Hayatında bir sorun yaşadığında ya da sevindirici bir olay geldiğinde başına, ilk beni ara istiyorum. Ağlamaya ihtiyaç duyduğunda omzum, kucaklamaya ihtiyaç duyduğunda göğsüm senin olsun.

Uyurken bakıyorum sana, uyanıkken dalıyor gözlerim. Ben bir mucize yaşıyorum annecim sen bunun farkında mısın? Çok bekledik biz seni, henüz doğmadan babanla birlikte sana ninniler yazdık, masallar tasarladık sana okunmak üzerine kafamızda. Hani şu geceleri söylediğim pıtı pıtı pıtı kızımcım, çıtı çıtı çıtı kızımcım, benim minik kızım var, benim tatlı kuzum var, annesinin papisi, babasının kuzusu ile başlayan şarkı var ya, işte onu biz yazdık sana. Sonra şu anlattığım Zorki’li masal, hani Zorki parkta annesiyle salıncağa bir binmiş, bir zıplamış diye çırpına çırpına anlattığım.

Papatyam, sana hamile olduğumu öğrendiğim gün hayatım değişti benim. Evde şakayla karışık bir test aldık, kahvenin kokusu midemi bulandırınca. Hiç unutmuyorum günlerden Pazar. Akşamüstü. Testin sonucunda ikinci çizgide hafif bir pembelik fark ettik, gözlerimize inanamadık. Koştura koştura karşı komşuma gittim, ona da testi gösterdim. O da evet evet bu pembe deyince, doğru hastaneye. Akşamın o saatinde beta hcg testi yapılır mı, hadi yapılır diyelim, testin sonucunu beklemek için yarım saat nasıl sabredilir? Hadi sabredilir diyelim, hemşire elinde test sonucunun zarfıyla geldiğinde heyecandan, oturulacak yer aranır mı? Oturduk hastanenin bekleme salonunda kuzum. Baban ve ben; iki şaşkın ördek. Cesaret edemedik açmaya zarfı. Hemşire açtı ve demesin mi değer 286 diye. Ağzımdan çıkan tek kelime inanamıyorum oldu, bir hata olmasın. İnanamıyorum bir hata olmasın. Baban böyle konularda çok ketumdur. Kitlendi kaldı. Hiçbir tepki veremedi bana. Öylece…O sıralar bir arabamız yok, hiç unutmam, eve dönüyoruz, taksideyiz. Şoför hız yaptı biraz, baban bir hışımla, karım hamile, daha yavaş, daha yavaş. Gözümden akan bir damla gözyaşı, mutluluk, endişe, gurur, daha çok yürek ağrısı…

Ertesi sabah, tüm aile merkezdeyiz. Babaannen, iki deden, dayın, amcan, teyzem, karnımda sen. Usg monitörüne kitlenmiş, bir sürü göz. Doktordan çıkacak her kelime müthiş önemli: ‘Rahim duvarı kalınlaşmış, bu gebeliğe delalet, lakin testi tekrarlayalım, değer artacak mı, haftaya da kesenin oluşup oluşmadığına bakarız.’ Sabır ve endişe. Anneliğim hala böyle geçiyor benim. İyi ki değer katladı, iyi ki kese görüldü ve iyi ki ben bir sonraki paragrafı yazabileceğim;

‘Hayatım ben sakinim, sende sakin ol lütfen. Sakinlik kilit biliyorsun. Her şeye karşı hazırlıklıyız.’ Nasıl sakin olayım, bugün önemli bir gün, bugün bebeğimin kalp atış sesini duyabilirim, bugün gebe olup olmadığımı öğrenebilirim, bugün o okşadığım karnımın içini göreceğim, bugün bebeğimle ilk karşılaşmamız, ya da bugün bir kayıp yaşadığım resmileşecek. Boşu boşuna telaşe yapmayacağım.

Tüp bebek merkezi,
Pazartesi sabahı,
Aylardan Mart,
Zehir gibi bir soğuk,
Yıllardan 2007,,

Önce usul usul kapı açılır, pufta oturulur, ayağıma kocamın galoşları geçirmesine izin verilir. Kafamda bin bir türlü soru. Ya gebe değilsem, bu kadar ilgi, yine bir hayal kırıklığı. Peki ya gebeysem, bir an önce netleşsin, düşünmekten yorgun düşüyorum artık. Bekleme salonundayız, doktorumu görüyorum, hoş geldiniz diyor, buyurmaz mısınız? Tüm aile giriyoruz odaya. Önce kilom, sonra son regl tarihim, ardından tansiyonum. Sonra uzanır mısınız diye bir soru cümlesi. -Elbette uzanırım, ben buraya uzanıp bebeğimi göremeye ne kadar hevesliyim, bir bilseniz, işte şimdi şu dakika bu sebeple bir yaprak gibi tir tir titriyorum. Bir bebeğim olsun istiyorum, bunu çok istiyorum.- Doktor monitörü açıyor, delici bir sessizlik. Kocam elimi tutuyor, hepimizin gözü monitörde, delici bir sessizlik, -hala-. Yaklaşık bir dakika, bana milyon saat gibi geliyor, kocamın elini sıkıyorum, ellerim buz. Sonra seni fark ediyorum kızım, kalp atışını fark ediyorum, adımın ne olduğundan emin olduğum kadar eminim, ilk ben fark ediyorum seni. ‘Doktor Bey, ben gebe miyim?’ Endişe dağılacak şimdi, sessizlik bozuldu. Odadaki bekleyiş nihayete kavuştu kavuşacak: ‘ Hem gebesiniz, hem de bebeğiniz haftasına göre gayet iyi gözüküyor, bakın bu gördüğünüz hareket bebeğinizin kalp atışı, dilerseniz monitörün sesini açalım, dinleyelim’

Ben nasıl ağlamayayım, gözlerimden mutluluk gözyaşları süzülüyor, baban ellerimi öyle bir sıkmış ki, başımı ona çevirdiğimde onunda gözlerinden yaşlar döküldüğünü görüyorum, diğer elini saçlarıma götürüyor, usul usul senin ilk sesini bekliyoruz.

Pıt pıt, pıt pıt. Hiçbirimiz konuşamıyoruz, ne baban ne ben, ne babaannen, ne dedelerin, ne dayın ne amcan. Sadece senin sesin. Pıt pıt, pıt pıt. Dünyanın en güzel sesi, en harika sesi, en en en sesi. Doktor dakikada kaç kez attığını hesaplıyor, ben salya sümük. Pıt pıt, pıt pıt.

6 hafta 4 günlükken, ilk sesini duydum: pıt pıt. O gün bugün, bana anlam katan, renk katan, gümbür gümbür atan kalbin, yüreğimi ağrıtıyor, her bakışımda, her seni kucaklayışımda, her saçlarını okşayışımda…

Buraya hiç yazamıyor, yazsam bile yayınlayamıyordum. 16/10/2010’da üç yaşında oldun bebeklikten çocukluğa geçişin resmileşti, gel gör ki;

Sen hala benim minik bebeğim,
Minik kuzum,
Minik kızımsın,
Pıtpıtım benim.

Seni öyle çok seviyorum ki…