3 Kasım 2011 Perşembe

Tesbih ve Eylül

Çok uzun zaman olmustur, dusuneyim;

Evet cok uzun zaman olmus.

Kendimi bildim bileli alkolle aram mesafeli. Alkol almayı bilmem, içki kültürüm hiç olmamıştır. İlk gençlik yıllarımda tecrübe etmişliğim var ama geriye dönük bakıyor ve düşünüyorum da buna tecrübe demek sanırım yanlış olur. Bir bardak bira ile sarhoş olmayı başaran bir bünyem var çünkü benim. Üstelik sarhoş olunca da çok gülüyor ve nasıl oluyorsa ayakta durmayı başaramıyorum. Bir de, bu bira rakı sarap, işte bu alkol denen meret çok kötü kokuyor ve tadı hic de guzel degil. İçtigim seyin tatlı olması ve kokmaması gerekiyor. Boyle olunca da alkol çesitlerinin arasında kendime uygun bir sey bulamıyorum ben. Birkaç kez meyve kokteyli, likör ceşitleri vs. vs denedim mamafih bu kriterlerime uygun bir şey henuz tadamadım. Ne anlatacaktım ben,,

Evet, girizgahtan anlasıldıgı uzere alkol ile alakalı bir durum tecrube ettim, bunu anlatacaktım. Ne diyorduk, kafama gore ickilerin olmayısından bahsediyorduk. Lakin bu demek degildir ki alkolun oldugu ortamları tecrube etmedim. Ettim, ediyorum. Arada cıkarız dısarı kocamla, arkadaslarla, egleniriz, icerler, eslik ederim. Gecen aksam bu duruma Arap Şükrü Sokagı'nda eslik ettim.

Gormus gecirmis insanlarla kurulan rakı sofralarına dair bir suru imge geliyor gozumun onune. İlk aklıma gelen yaşlı bir amca figuru, bir rakı sofrası, balık, kavun, beyaz peynir, çesit çesit mezeler, arkada türk sanat müziği, ufaktan ama ortama sadece tını katması sebebi ile, yani muzik hakim degil sofraya. Sonra bu amcadan dinlenen bir ask oykusu, sevdigicegi kadını anlatıyor olsun mesela, hanımefendiyle kavusmuslar ama esaslı bir ask olsun, oldu olacak. Yine bu amcaya eslik eden baska bir amca, birlikte ah cekiyor olsunlar ve pesi sıra bir kadın kahkahası duyalım, mevzu bahis hanımlardan biri olsun bu kahkahanın sahibi hanımefendi. Ardından ortam hiddetlensin, birazcık memleket meselelerinden bahsedilsin, ask hikayesini anlatan amca okkalı bir kufur sallasın sofranın tam ortasında politikacılara. Sonra sofrada mevzu bahis olan hanımefendi kızını nasıl dunyaya getirdigini anlatsın, dogum hikayesinde amca duygulansın ve uzakta olan kızını telefonla arasın, konussunlar. Oldu olacak bu sırada kulak kabartsınlar arkada calan fondaki sarkıya, sarkı soyle desin sofraya;

Benzemez kimse sana,
Tavrına hayran olayım,
Bakısından suzulen,
İşvene kurban olayım.

Masadaki hanımefendi, beyefendiye suzulerek baksın, beyefendi diksin gozlerini hanımefendiye, oylece..

Hatta dahi, konunun dibine vursun sofra, bayati makamına, Turk Sanat Muziginin uzerlerindeki etkisine ve pek tabi anarak Rüştü Şardağ'ı.

Kadehler de kalksın, illa once saglıga. 

Bu bir imgeleme. Yazdığım her seyi yaşamıyorum ya da yaşadıgım her seyi yazmıyorum. Boyle oldugunu dusunenler oluyor bu vesile ile acıklayayım.  Bu vesile ile bu yazıyı neden yazdıgımı da acıklayayım; az evvel yazdıgım imgelemedeki amca ve rakı sofrasını tecrube etmedim gecen hafta, içimi sızlatan bir imgeleme tecrube ettim, maiyeti budur yazının,,

Arap Şükrü Sokağı, karsımda kocam, uzerinde beyaz gömlek, illa beyaz. Hemen yanında Nuran Abla ve Kadir. Yanımda Sevil Abla, Sibel ve Hülya. Biraz sonra gelecek olanlarla birlikte toplamda on bir kişi etmişiz. Sokaga gelen calgıcılar bir yan masamıza geciyorlar arada İstanbul Sokakları'nı duyuyorum, sonra bir bakıyorum sokagın karsı tarafındaki masadalar, Kara Çalı Gibi calıyor, bir vuruyor darbukaya müzisyen, pesi sıra inceden bir keman sesi, muzik ara ara fonda, ara ara ana kahraman sokakta. Masada muhabbet gırla, kah Sevil Abla'ya guluyoruz, kah Kadir alıyor sazı eline, kah kocama bakıyorum, kah o bana bakıyor, keyifliyiz. Aklım ara ara yuregime ara ara zihnime takılıyor. Hava biraz esiyor, üşür gibi oluyorum, uzerime salımı atıyorum.

Ben bir anneyim, bir cok kimlikten once geliyor anneligim. Az once gordugum cocuga bakıyorum, artık masada degilim. Saate bakıyorum. Hızlıca telefonumu cıkarıyorum ve bir kere de idrak ediyorum durumu. Saat 23:30. Bu cocugun ne isi var burada? Sukutırının tepesinde. Cocuk gayet cocuk. Sukutırıyla! Ben bir cocuk gordum, olsa olsa kızım kadar yası. 3,5 - 4 yaslarında, saat 23:30'da, Arap Şükrü Sokagında. Yıllardan 2011, aylardan Eylül, yazın son demleri, ben usumus ve uzerime salımı almısken bu cocuk kısa sort ve bir ince atletle. 

Bursa'da, evini gecindirmek icin, İstanbul'un Kumkapı'sı neyse o denilen Arap Şükrü Sokagı'nda, bir anne, oglunu yanına alarak tespih satıyor,,

Benim kızım aynı anda yatagında mısıl mısıl uyurken.

Simdi ben nasıl egleneyim? Anneye bakıyorum, bizim masaya yonelecegini farkediyorum. Nitekim oyle oluyor, aynı anda yan masadaki calgıcılar sankli daha bir hızlı vuruyorlar tefe darbukaya. Anne bana bakıyor, ben susuyorum. Bir tespih alır mısın ablacım?

-Sessizlik-

.

 

19 Ağustos 2011 Cuma

Lal


Facebook’tan bir arkadaslık teklifi; inanılır gibi değil, düşünüyorum da ne zaman biz böyle bilgisayardan arkadaşlık kurar olduk, ne zamandır birbirimize telefon ettigimizde önce nasılsın demek yerine neredesin der olduk, bunlar ne zaman oldu, ne hızlı her şey…

En çok hastaları kabul etmeden kendime bir  bir saat ayırmayı seviyorum. Odama geçiyor, notebook’u cantamdan cıkarıyor, masanın ustune koyuyorum. Bu sırada kapı calıyor ve Nilüfer elinde filtre kahve ile içeri geliyor. Sigara paketini cıkarıyorum cantamdan yakıyorum bir kısa marlboro. Sonra bir yudum çay. Çay ve sigara olmadan gune baslasam basım catlayacak gibi agrıyor. Her ikisine de bagımlıyım. Sonra bilgisayardan  gazetelere goz gezdiriyorum, ardından uyesi oldugum sitelere. Bunların hepsini on bes dakikaya sıgdırıyor, odayı havalandırmak icin balkonun kapısını acıyor ardından lavobaya gecip makyaja baslıyorum.

Makyaj sıgınagım. Başımın agrısının çay ve sigara ile alakası yok. Yaşlandım, gözaltı torbalarını gizlemem gerekiyor. Kaşlarımın tam ortasında da çizgiler var ve dediklerine göre bu kaşlarımı çattığım için oluyor. Keske bu cizgiler cok guldugum için dudaklarımın kenarında olsaydı ve ben onları gizlemek yerine gururla gösterebilseydim.

Nilüfer, haftaya verdigin tüm randevuları iptal et. Benim cıkmam gerek, bana bizim tur sirketini bagla. Paris’e gidiyorum!

Sevgili Selda Hanım;

Adım Devrim. Faruk Yılmaz’ın ogluyum. Sizi İlyas Abi’in yeğeni Bilge’nin tuttuğu bir blog sayesinde buldum. Babam aftan faydalanmayı reddetti, tahmininizde yanılmadınız evet evet hala Paris’te. Kanser ile savasıyor ve doktorların dediğine gore cok kısa bir vakti kaldı. Uzgunduk ama babam da garip bir sekilde bu durumu kabullendi. Mehmet Abi onumuzdeki hafta buraya geliyor, Bilge’de dayısı İlyas Abi’yi getiriyor, sizin eski gruptan birkac kisi daha gelecek haftaya, babama bir bulusma yapıyoruz toplu olarak. Gelip gormek istersiniz babamı diye dusundum, bana sizi ve eskiye dayalı dostlugunuzu cok anlattı. Benim ve Bilge’nin iletisim bilgilerimizi yazıyorum dilerseniz bizimle kontak kurabilirsiniz.

İçten Sevgilerimle,
Devrim.


Cok yalnızım Devrim, cok mutsuzum teyzecim. Ben Mehmet’i deli divane bir sekilde sevdim, bekledim. Baban sahidimdir, hic ona ihanet etmedim. Cıksın cezaevinden gelsin yanıma dedim, cıktı sonunda. Ben İlyas’a gelecek, kavusacagız diye sevinirken, Mehmet cozulmus Devrim, babanı ihbar etmis! Babanın yurtdısına kacıs sebebidir Dalgıç Mehmet. Yani benim devrimci sevgilim Mehmet. Baban yurtdısına kactı, İlyas, okulu bıraktı, ben okula dondum, hayatımız karardı.

Ona da kızamıyorum Devrim, nasıl kızayım, bana bir mektup yollamıstı gozaltından Kimbilir ne iskence ettiler de cozuldu. Mukaddes Teyze gozaltından cıktıktan hemen sonra ölmüş oyle aldım haberini. Dayanamadı oglunu o sekilde gormeye tabi, benim gonlum kırık ya anası ne etsin.

Ya baban, ah senin baban. Faruk, kacıp gitmek dısında var mıydı cozumun.Ya cezaevinde surunecektin, ya da boyle. Kanser mi oldun Faruk, sen kanserden ben gonul kırıklıgından olecegim. Bize ne oldu boyle, ben niye boyle yorgunum! Sen niye ölüyorsun? Ölmek hic yakışır mı sana Faruk? Ben seninle vedalasmaya mı gelecektim Faruk? Demek bir oğlun oldu demek adını Devrim koydun, ah Faruk ahhh.

Demedim, yazmadım! Hemen elim telefona gitti, once Devrim’i aradım, ardından Bilge’yi. Bilge dedim, dayın nasıl sen nasılsın, ben haftaya gidiyorum Paris’e İlyas’da gelecek oyle degil mi, huzunluyum ama bir o kadar da hevesliyim dedim. Bir de bakayım sen bana nasıl ulastın Devrim’in bahsettigi blog ne blogu? İyi ki ulasmıssın da merak etttim ablacım dedim. Mehmet Abi dedi, o anlattı dedi. Facebook’tan bulmus seni Selda Abla dedi. Sana bir mektup yollamıs vakti zamanında, bana o mektubun bir kopyasını verdi, bende onun izniyle bu mektubunuzu blogumda yayınladım dedim.

Bogazım dugum dugum oldu,
Bir sabah vakti ellerim titreye titreye internetten Bilge’nin bloguna girdim,
Otlar diye bir baslık atmıs Bilge,
Mehmet de mektubu soyle bitirmis,
Ben kusurluyum,
Hasretle,
Koklayarak.


Bir sigara yaktım, bir nefes cektim, hasretle, koklayarak. Adım Selda, yalnızım, kaslarımın tam arasında cizgilerim var. Cok dusunmekten kaslarımı catmaktan,

Devrim’den, Bilge’den, İlyas’dan, Mukaddes Teyze’den, manifestolardan, Faruk’dan, gazetelerden, gundemi takip etmekten, yorgunluktan, liboşlardan, köse yazılarından, politikacılardan, hayattan, asksızlıktan, sigaradan, caydan, ufak seylerden,

Encokdalgıçmehmetten.
Birleşik.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Otlar

Selda’m, Cancağızım,,

Sana cancağızım demek ne güzel, nasıl umutlu. Nazım’ın karısına yazdığı mektuplar gibi. Ne der Nazım Abi o mektuplarda; ‘Ben iyiyim Piraye, iki fanile iki don kafi. Sağlığım sıhhatim yerinde, bir de özlem olmasa. Yakındır kadınım, özgürlük yakın. Güzel günler bizi bekliyor Piraye,,

Ben yanmazsam sen yanmazsan nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.’

Bunun gibi bir şeyler sanırım Selda’m. Ben bu konuda başarılı değilim. İlyas’ın da dediği gibi daha mühim meselelerim var. Güya gözaltı Selda, alakası yok işin aslının. Bildiğin bir koğuş burası. Arkadaşlar kendi icatlarını oluşturmuşlar, medeniyet buradan geçmiyor. Levhalar bulmuşlar, ateşi ilk insanlık gibi icad etmişler sanki. Levhaların üzerine bir mekanizma gecirmişler, ocak görevini görüyor bu. Böylece yemek yemeğe çalışıyoruz. Su çok kısıtlı, haftada bir hamama gidiyoruz, soğuk su ile yıkanmağa çalışıyoruz. Sabunsuz.

Her sabah aramızdan birini sorguya alıyorlar, giden kişi göz ucuyla bize bakıyor, uğurluyoruz. Akşamları karşılama kısmını geçeyim mi Selda? Geçeyim. Çözülen çözülene Selda, aklını kaçıran kaçırana. Delilik özgürlük müdür, değildir. Adamı delirtir bunlar, billahi delirtir.

Buradan çıkacağıma inancım sonsuz. Bizi ne vakte kadar tutacaklar ki, bildiğin saçmalık, dayanak yok, ortada suç teşkil edecek bir durum yok, biz buradayız. Çok öfkeliyim, öfkeme yenilip arada nara attığım oluyor burada. Kürt Said diyor ki yapma Dalgıç Mehmet. Şimdi seni alacaklar içeri, dikkat çekme.

Çekeyim anasını satayım, ne olacaksa olsun. Bıktım beklemekten. Okuyacak kitap da yok, daha evvel burada kalanlar Marx’ın, Lenin’in kitaplarını hatmetmişler. Yeni içeri girenler için güzel kaynaklar, lakin ben bunları biliyorum ki. Said kürtçe öğretmeye heves etti, sorguya aldılar onu gecen hafta, şu an öğretecek hali de yok. Doktor Mehmet var aramızda, o da senin gibi Tıp terk, o iyileştirmeğe uğraşıyor Said’i. İyileşecek, iyileşmeli…

Gözlerim Faruk’u arıyor. Eczacı Faruk’u. Sen pek hazetmezdin onu ama yakalandığımız akşam Faruk olmasa ben şu an hayatta olmazdım Selda. Gerçi yine onun sayesinde burayım ama, en azından yaşıyorum. –her ne kadar buna yaşamak denirse- Kızılay’ın yukarısında tam önceden konuştuğumuz yerde Faruk’dan  İlyas’ın yazdığı manifestoları almış yukarı çıkıyordum. Gelip seni alacaktım Şah’tan. O sırada karşıma çıkıverdi şerefsizler, baktım yedi sekiz kişiler, üzerimde silah yok, biri pardesusunu actı, belindeki silahı farkettim. Faruk’la buluştuğumuz yere doğru koşmaya başladım, beklemiş beni, ne olur ne olmaz diye, koştuğumu görünce  açtı apartmanın kapısını, aldı sakladı beni içeri. Bekledik biraz. Bu şerefsizler tam apartmanın önünde söylene söylene bizi ararken gıkımızı bile çıkartmadan sessizce bekledik. İşte o vakit dedim Faruk’a. Oğlum bunlar beni mimlediler dedim. Selda sana emanet dedim, beni öldürürlerse ya da kaçırırlarsa Selda’yı İlyas’ın evine bırak onu İlyas saklar dedim. Ortalık durulana kadar dışarı salmayın sakın kızı dedim. Tamam lan dedi, ya beni de kaçırırlarsa o zaman ne bok yiyeceğiz dedi. Keşke İlyas’a da haber salsaydın dedi. Saldım saldım dedim, gülerek. Ulan Faruk, açılır mı hiç o kapı.

Apartmanın kapısını bir açtı karşımızda itler. Polislere haber salmış şerefsizler. Ben sağa doğru kaçtım o sola. Daha sokağı dönmeğe varmadan yakaladı itler beni, sonrası malum. Faruk nerede acaba, o gelmedi buraya, öldürdüyseler eger onu ben de Dalgıç Mehmet’sem kanını yerde bırakmam şerefsizim.

Düşündükçe deli oluyorum, canım sıkılıyor. Seni hep İlyas’ın yanında tahayyul ediyorum. Faruk’da orada olmuş olsun. Bazen aklıma olmayacak şeyler geliyor, ağlamaklı oluyorum. Ya Faruk’u vurdularsa, ya İlyas’ı içeri aldılarsa, ya sen İlyas’a gidemeden Dalgıç Mehmet’in sevgilisi oldugun icin gözdağı amaçlı…

Bu mektubu okuyor ol Selda’m. İlyas’ın yanında olmus ol. Faruk’da yanınızda olsun, yine atışıyor olun. İlyas manifestolarını yazıyor olsun, sen yazdıklarını yuksek sesle okuyor ol. Faruk arada takılsın sana burjuva mısın kızım niye saclarını sallıyorsun desin, sen ciddiye al, sinirlen, ben çıkayım buradan o saclarını koklaya koklaya opeyim seni.

Selda, yabani bir ot gibiyim,
Leş gibi kokuyorum,
Kelimelerim cümlelerim güzel degil,
Ben kusurluyum,

Adım Dalgıç Mehmet,
Bekliyorsun ve beni bu kusurularımla seviyorsun değil mi?

Hasretle,
Koklayarak.


21 Temmuz 2011 Perşembe

Tavuklar

Basiretim bağlı sanki dedim. Dayı, içim sıkılıyor boğulacak gibi oluyorum dedim. Ben ne yapayım dedi. Toparla kendini dedi, tavuklara baktı, yem lazım dedi. Aç kalacaklar diye stres yasıyorum dedi.

Dayıcım, benim sarı bıyıklı dayıcım; Sen tavuklardan ötürü stres yasadıgını dusunurken oglunu ben henuz hic gormedim biliyor musun? Annemle yasıt onun dogumu. Annemin aramızdan ayrılısından tamı tamına bir hafta sonra sen yine baba oldun ve karın onu bizden esirgedi. Sana olan ofkesini cocugunu bizden saklayarak, bize göstermeyerek cıkarttı.Tam 14 yıl olmus dayı, 14 yıldır ben bilmiyorum anneme benzedigi soylenen oglunun suratını.

Yem mi lazım dayı, yem lazımsa almak gerek degil mi dayı? Bunun icin para gerek degil mi dayı? Ah dayım, ah benim canım naif dayım, sen su an ne yapıyorsun boyle?  Katarktım var diyorsun, katılaşmış gözüm diyorsun, sonra gebe Sultan’a donup aramızda pek bir fark yok diyorsun. İkimizde basımıza buyruk yasadık, yasıyoruz diyorsun. Sultan’ın gözlerinin %10’u görüyormus. Daha evvel bahcenin kedilerinin en ukalası en lider olanı oymus, sonra bir kavgaya girismis diger kedilerle, gorme yetisini kaybetmis. Dayıma gore Sultan’ın bir davası varmıs, bahce ona ait olsun dermis, bir devrimci kadar yurekliymis. Ama Sultan su an tavuklara alınacak yemi zerre dusunmuyor dayı.

Demedim. Yanımda 15 tl var dedim, yem alalım tavuklar ac kalmasın dedim. 15 dakikada alır gelirim dedi. Çay koyayım mı dedim, gelince iceriz. Benim rose sarabım var dedi, sen kendine kadar yap. Peki dedim. Giyindi, cıktı, cayı koydum, demledim, bekledim, kapı caldı.

Gelen Mehmet Aslan. Sasırdı, sasırdım. Mehmet Abi dedim, bugun ne ilginc bir gun. İzinliyim, sabah Osman Abi’yi gordum, simdi de sen dedim. Ben de izinliyim dedi, su ise bak dedi, hakikaten su ise bak dedim. Buyur ettim. Yaslanmıs, yakısıklı Mehmet Abi yaslanmıs. Saclarına ak dusmus, gobeklenmis. Koca adam olmus dalgıç Mehmet. Anneannemin elini optu, gozleri bugulandı, anneannem annesini andı, hey gidi Mukaddes Hanım dedi, ruhuna fatiha.  Cay demledim Mehmet Abi içer misin dedim, sen ne kadar buyumussun dedi, kardesimi sordu, babamı sordu, cocuklarımı anlattım. Bahceye cıkalım oraya koydum cayları dedim.

Bu tavuklar dedim, stres yaratıyorlar dayımın uzerinde. Onlar ac kalmasın diye dayım tahıl’a gitti yem almaya gelmek uzeredir dedim. İşini anlattı, bir heves cuzdanını cıkarttı, kızı Yagmur ile oglu Deniz’in fotografını gosterdi. Adı ne guzelmis dedim. Deniz ne guzel bir isimdir dedim. Gulumsedi. Hızlıca cantamdan nicedir yanımda tasıdıgım fotograf makinamı cıkarttım, cocuklarımı gosterdim. Yavrumun yavrusu olmus ya hu dedi, gulustuk. Elindeki kızının fotografını cuzdanına koyarken pat diye girdim konuya.

- Selda Abla?
- Kavusamadık.
- Kavussanız ask olmazdı zaten.
- Bitirdi Tıp Fakultesini, simdi Ankara’da imis. İki ortak bir klinik acmıslar, Selda kadın dogumcu olmus. İnternet buldum izini, evlenmemis. Hala cok guzel.
- Guzelligi dillere destan zaten. Annem de pek severdi Selda Abla’yı, bana da bize gelirken kitap getirirdi. Gofretler de cabası.
- Dayın olmasaydı Selda o okulu bitiremezdi biliyor musun?

Biliyorum Mehmet Abi, dayım saklamış onu meshur bekar evinizde polislerden. Tam altı ay. Beraberinde Faruk Abi’yi de. Dayım hic konusmamıs sorguda. Hiç çözülmemis. Selda Abla yurtdısına kacmaya niyetliyken dayım caydırmıs. Okul demis, bitirmen gerek demis. Annen icin demis, birazcık Mehmet’e deger veriyorsan beni dinle demis. Selda Abla sana hic ihanet etmemis, gozlatından cıkmanı beklemis.

Keske sen de,,

Diyemedim, demedim. Selda Abla cok guzeldi dedim, saclarını bir savururdu,  saclarını kıskanırdım dedim, gulerek. Gulustuk. Konuyu guluserek kapadık.Yine pat diye.

Kapı yine caldı,

Gelen dayım,
Sarı bıyıklı dayım,
Dev-Genç in Yıldırım bölge sorumlusu dayım,
İki kez gozaltına alınmıs,
Hic cözülmemis,
Agzı sıkı Dayım,,

Elinde tavuklara aldıgı yem. 15’ liralık.
Dalgıç Mehmet burada!



16 Temmuz 2011 Cumartesi

Pavyon Geceleri


Bazen alayım başımı gideyim diyorum,,

Öyle durup dururken aniden. Yola, varacağım yeri bile düşünmeden, umarsızca.

Ama şimdi bunu düşünmeyeceğim. Ben en iyisi bunu yarın düşüneyim.

Ben bazen çok konuşuyorum. Çok konuşmaktan mütevellit başım ağrıyor. Sürekli kararlar alırken buluyorum kendimi. Onu öyle yapayım bunu böyle yapayım bıdı bıdı. Şimdi yazarken bile içim sıkıştı bak. Planlı yaşayayım diyorum, prensipli insanları gözümün önüne getiriyorum here hooop başka bir fikir geliyor aklıma. Mizacımın bu kısmınıda yarın düşüneyim ben.

Anne olduğumdan beri kendimden çok çocuklarımı düşündüğümü farkediyorum. Her farkedişte bir delilik yapıyorum. Delilik dediysem eski deliliklerim değil elbet. Artık daha sakin deliliklerim var. Mesela domates yetiştiriyorum. Ama bu yaptığım deliliklere bir örnek değil. Delianne, şimdi şu dakika seni andım içimden; ‘delilik’ deyince. Eğer okuyorsan burayı kitaplarını verdiğin ve ikinci ele girdiğin blog yazını pek sevmiştim ben. Ne diyordum; mesela tek başıma uzun yürüyüşler yapıyorum iş çıkışı. Uzun uzun yürüyorum. Yaşadığım şehirde bir cadde var. Bursalı’lar bilir. Altıparmak Caddesi. O caddenin başında iniyor tüm caddeyi yürüyorum bazen. Arabayla gecenin bir vakti dışarı çıkıyor o caddede turluyorum. Caddede bir sürü mağaza var ve bir pavyon. Köşk Pavyonu. O pavyonda çalışan kadınların kuaförleri de var ve gece belli bir saatten sonra değişik kadınlara, erkeklere ve travestilere ev sahipliği yapıyor orası. Gecenin diğer yüzü tüm cesaretiyle boy gösteriyor. Bende orada bir romancı merağıyla arabayla göz gezdiriyor/değdiriyorum. Ama bunu da yarın düşüneyim ben.

Şimdi şu paragrafa gelince bir şeyler anlatayım istedim. Bir filmden konuşayım, bir kitaptan alıntı yapayım ya da bir şarkı sözünden bahsedeyim dedim. Bu yazının deliliği bu olsun mesela. Hemen düşüneyim : Öyle çarpıcı bir sey olsun ki, yazıya hava katsın. Çarpıcı deyince aklıma gele gele Oldboy geldi. Bu kadar çarpıcılık yeter sanırım. Filmi izleyenler bilir, kutunun açılış sahnesini. Ayrıca asansördeki geçişi. Ne çarpıcı bir filmdir o. İnsan tokat yemiş gibi oluyor filmin sonunda. İşte bazen kendimi tokat yemiş gibi hissediyorum. Yarın düşünmem gereken bir konu daha…

Yarın düşüneyim dediğim konuları genelde düşünmediğimi iyi biliyorum. Anı yaşıyorum ben hep. An ne gerektiriyorsa onu yapıyorum. Planlı değilim, çok prensiplerim yok, kocamı seviyorum, iki çocuğum var, onları da seviyorum. Bu kadar.

Yorgun günler geçiriyorum. Yorgunlukla yaşamayı öğrendim. Bu yorgunluğumun arasında beni dinç tutan alanları da biliyorum. Kendime ait  bir odam, okuduğum kitaplarım, yaptığım yürüyüşler, seslendiğimde yatağın diğer ucunda efendim canım diyen bir kocam var. İki minik çocuğum, baktıkça sürekli şükretmemi sağlayan; daha ne olsun. Sahip olduklarımla mutluyum.

Bir gece, karanlık bir vakit, oradan arabayla geçerken, Çekirge Meydanında direksiyondan inip; sen geç, sen kullan ben bakayım dedim. Köşk Pavyon’un oraya gelmeden caddedinin karşı tarafında kitapçının hemen üstündeki kuaförde saçlarını yaptıran travestiye baktım uzun uzun. Üzerinde şeffaf transparan bir elbisemsi. Aynanın karşısında ayakta duruyor, aksine bakıyor. Yüksek ihtimal makyajını kontrol ediyor. Yüksek ihtimal burada değil de uzaklarda bir şehirde annesi, yatsı namazının ardından elinde Kur-an dua okuyor ogluna. Aynı vakit, aynı anda. Biri aynadan, öteki duadan medet umuyor.


Ben de yazıdan,
Billahi kafam dağılsın diye…

14 Haziran 2011 Salı

Çocuklarıma Mektup

Yavrularım,

Çocuk yetiştirmek meselesi insan yetiştirmek meselesi. Esaslı bir mesele. Karnını doyurayım, üstünü örteyim, altını değiştireyim olduğu kadar üzerinde düşünülesi bir mesele.

Neden anne baba olmak istedik biz babanızla; yetiştirelim istedik sizi. Doğrularımızla şekillendirelim, evliliğimize bir hayat gelsin dedik. Oturduk bunun hayalini kurduk. Burnu kime benzer, ellerinin yapısını kimden alır, sinirlenince benim gibi ayaklarını birleştirir zıplar mı yoksa babanız gibi sessizleşir mi bunu düşündük. Hangi mesleği seçer, oyunu hangi partiye atar, hangi takımı tutar acaba diye heyecanlandık. Aşık olursa ne yapar dedik, aşkı yaşar mı ki acaba dedik, umduk. Bir aşk yaşasın evlensin çocukları olsun biz de bunu görebilelim diye iç geçirdik, kalabalık bir sofra kurabilelim dedik, çocularımızla uzun masa sohbetleri edelim diye hayallere daldık. Biz iki yıl içinde toplamda sekiz ayak ettik. Hayret!

Önce kızım geldi dünyaya, nazlı kızım, derin kızım, boncuk kızım, papatya kızım ve bereketli kızım. Seninle anne baba olduk biz yavrum. Öyle kıymetlisin ki.

Ardından oğlum çıkageldi hayatımıza, kendisi gelmeye karar verdi. Kararlı oğlum, kafasına koyduğunu yapan oğlum, akıllı oğlum, benim biricik oğlum. Öyle değerlisin ki.

Biz babanızla çok korktuk çocuklar, hayattan çok korkmaya başladık. Tuhaflaştık, ilişikimiz de hayata bakışımızda evrildi. Sizinle dünya çok daha yaşamaya değer lakin bir o kadar da çok ürkütücü.

Biz babanızla çok cesur olduk çocuklar, sizin güvenliğiniz ve sağlığınız için serinkanlı olmayı öğrendik. Sakin kalabilemeyi başardık, her ikimizinde karakterinde bulununan bazı huylar törpülendi, kendiliğinden, hızlıca.

Canım kızım 3,5 yaşındasın, kararlı oğlum 2,5 yaşındasın, şimdi beni iyice dinleyin. Anne öğüdü vereceğim sizlere. Bunu da buraya yazıyorum ki tarihe not düşülsün, asılı kalmasın havada.

Kendinize karşı saygılı olun, kendini sevmeyen ve saymayan bir insanın ne kendine ne başkalarına hayrı olur. Benim pıncırık kızım, şimdiden göbek önde gidiyorsun, ilerde sakın kilo alırım diye bedenine küsme olur mu? Ruhun hafif olsun, bir iki kilo fazlanın sana hic zararı olmaz. İçin güzelse dışın da güzel olur, duru gibi su gibi. Zaten kendini seven insan bedenine de saygı duyar, korur, kollar. Di mi benim yakışıklı oğlum?

Çevrenize karşı saygılı olun. Ağaçların biz insanlarla birlikte milyonlarca yıldır bu yerkürede yaşadığını aklınızdan çıkarmayın. Onlar sayesinde karnımızın doyduğunu, ağaçların bizden daha uzun yaşadığını, yaşaması gerektiğini unutmayın. Toprak hayattır, toprak can verir, toprağa karşı kendimize olduğumuz kadar özenli olmalıyız. Çoraplarımızı çıkarıp çıplak ayaklarımızla toprağa değdiğimizde ne kadar farklı hisettiğinizi sık sık anımsayın.

Tüm canlılara karşı saygılı olun. Sadece insanların bir düzeni yok dünyada. Gezegenimizi başka varlıklarla da paylaşıyoruz. Ben size öğretmeye çalışıyorum gerçi ama buraya da yazayım; soğuk havalarda kedicikler kara basarken çok zorlanırlar, sevmezler karı. Kar yağdığı zaman bu sebeple ulaşabilecekleri yere su bırakıyoruz, susuz kalmasınlar diye. Bahçemizdeki su kovası bu işe hizmet ediyor yaz mevsiminde de. Çok miskin oluyor bu kedi milleti, su bulmaya bile üşenebiliyorlar, hava da sıcak zaten, ne edelim vermeyelim mi, vermeliyiz çocuklar. Ekmek kırıntılarını da kargalar icin bahçenin alt köşesine bırakıyoruz. Kargaların ceviz diktiğini biliyor muydunuz? Cevizi insan dikerse tutmazmış toprak, kargalar ağızlarıyla taşır bir şekilde toprağı eşeler cevizi dikerlermiş. Yani eğer kargalar olmazsa cevizler de olmaz. Ne kadar ilginç bir düzen öyle değil mi?

Paraya çok değer vermeyin. Bir kağıt parçası deyin, hayatınızı esir etmenize izin vermeyin. Ne kadar kazandığınızdan çok, nasıl kazandığınıza dikkat edin. Bir başkasının hakkını yemeyin, boş boş oturup başkaları üzerinden geçinmeyin. Kızım sakın koca parası yeme olur mu? Oğlum, aman oğlum, patron olma oğlum, zalim olma oğlum, zulum yapma oğlum. Çalışkan olun çocuklar, sabahları gidecek ve tüm gün severek yapacağınız bir işiniz olsun. Paranızı kazanınca ellerinizi kollarınızı doldurup eve gelmenin huzurunu yaşayın. Üretmek tüketmekten daha heyecanlı olsun hayatınızda.

Elitist olmayın; paraya rahata konfora çok çabuk alışılır. Hiç alışmayın. Apolitik olmayın. Uçağa hayatları boyunca hiç binemeyecek olan milyonlarca insan olduğu gelsin aklınıza, businnes sınıf bilet reklamlarını izlerken. Üzerinize bir elbise alırken o elbisenin çocuk işçiler tarafından uzak bir ülkede yapılıp yapılmadığını düşünecek kadar bilinçli olun. Markette alışveriş yaparken orada çalışanların tüm gün günışığını görmediğini aklınıza getirin ve alışveriş sonrası kibarca kolay gelsin demeyi ihmal etmeyin. On çift ayakkabı alacak kadar görgüsüz olmayın. Beş çift güneş gözlüğünüz olmasın. Paranızın bir kısmını ihtiyacı olan bir başkası için ayırmayı alışkanlık edinin. Paylaşın, paylaşamanın huzurunu doyasıya yaşayın.

Ömrünüzü zenginlik içinde geçirin. Farklılıklara vakıf olun. Dünyada sadece türkler yaşamıyor, çinliler de var, yahudiler de var, sosyalistler de var, zenciler de var, eskimolar da var, liberaller de var, boşnaklar da var, brezilyalılar da var, budistler de var, lezbiyenler de var, ateistler de var. Hepimiz önce insan evladıyız, sonra yemek yiyoruz, tuvalete gidiyoruz, osuruyoruz, gülüyoruz, uyuyoruz. Herbirimizin şartları çok farklı. Mesela siz Türkiye’de bir hastanede doğdunuz. Moğalistanda dağlık bir bölgede, bir köy evinde doğmadığınız için; diş fırçanız var ve dişlerinizi fırçalayabiliyorsunuz. Kader bu demek çocuklar. Önce insanz, önce insanız, önce insanız. Sonra türk, sonra müslüman, sonra sosyallist ya da hangi kimliği ilerde öne çıkarırsanız. Hnagi kimliği seçer hangisine kendinizi yakın hissederseniz hissedin farklılıklara her zaman saygı gösterin, özen gösterin. Kimseyi inancından, ırkından, teninin renginden, cinsel terchinden, kazandıgı paradan, doğduğu yaşadığı yerden ötürü sakın ama sakın yargılamayın, ötekileştirmeyin.


Çok kitap okuyun, çok okuyun, benden daha çok okuyun. Çok film izleyin, çok yer gezin, müzik hayatınızın orta yerinde hep fon olsun, dans edin, sanatla iç içe olun, sergi dolaşın, müze gezin, keyifle yaşayın. Yaşayalım, insan olmanın keyfini bolca çıkaralım, kediler nasıl miskinliğin keyfini çıkarıyorlarsa biz de kedi millletine inat bol bol kitap okuyalım. Okumak bir serüven, yolculuk. Okuyarak geçmişi, geleceği, gidilebilecek yerleri, kültürleri, hiç yaşamadığımız duyguları tecrübe edebiliyoruz çocuklar. Ne kadar hayranlık verici düşünsenize. Sizi kitaparlımı sevdiğim gibi çok seviyoru-z-m.

Hayatınızda aşk olsun. Aşk daim olsun. Sevgiliniz olsun, yüreğiniz pır pır etsin, aklınız aşkınızda olsun. Aşk enerji versin yaşamınıza, gözlerinizi parlarken göreyim ben. Arkadaşlarınız olsun, hatta dostlarınız. Arkadaş için çiğ tavuk bile yenir derler ya, yeyin çocuklar. Arkadaşlıklarınıza değer verin, önemseyin.

Tüm bu öğütlerimi gerçekleştirebilmeniz benim en büyük dileğim. Bunun için size örnek olmaya özen gösteriyorum. Elimden geleni yapmaya gayret ediyorum. Benim güzel ülkemde, ülkeyi yönetmek için seçimler oldu, oyumu verdiğim parti kazanamadı. Oy vermediğim bir parti kazandı. Üzüldüm, öfkelendim de. Ama inancımdan ve doğru bildiğimden vazgeçmedim. Bazı arkadaşlarım öyle karaları bağladılar ki hayret ediyorum anlayamıyorum. Bu ülkede yaşadığı için utandığını söyleyen, aptal olduğumuzu düşünen, cahil olduğumuza neredeyse ikna olan, hayıflanan. Çocuklar ben böyle değilim. Hayıflanacak bir şey yok, karalar bağlayacak bir durum da yok.

Çok çalışmamız lazım, daha fazla. Az laf, çok iş.

Hadi bismillah.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Kendine Ait Bir Oda

İçimde fırtınalar kopuyor Bilge öyle böyle değil.
Gel konuşalım o vakit dedim, peki dedi. Anlatmalıyım, taş olsa çatlar.

Oturduk, o iki dakikada nasıl da konuşuyor fısıl fısıl usul usul. Gözleri nemleniyor, ağladı ağlayacak, her öyle olduğunu hissettiğimde dokunmuyorum, kendimden iyi biliyorum çünkü, ne zaman ağladı ağlayacak olsam birisi omzuma dokunsa yağmur gibi akarım o dakika.

Elbette o iki dakikada anlatmadı mevzuyu, evvelini de biliyorum ben. İki aydır birlikte çalışıyoruz Sevil Abla ile. Kendisi iki çocuk annesi benim gibi. Kızı 18'inde oğlu henüz 10. Yeni ayrılmış eşinden, yeni dediğim üç yıl olmuş. Eski eşi eğitimci, yabancı dil öğretmeni. Sevil Abla yönetici asistanı. Bir aşk evliliğiymiş, aşık olmuşlar birbirlerine lakin kocası kıskanç bir mizaca sahipmiş, hem kıskanç hem de bencil. Hiçbir zaman bir aile babası olmamış, küçük oğlunun berbere götürülmesi maça gitmesi gibi erkeksel mevzuları hep Sevil Abla sırtlanmış, beyefendi kendi dünyasını bir türlü aile olduktan sonra ikinci plana atmamış. Günün birinde öyle bir hal almışki bu durum, şöyle anlatıyor Sevil Abla, bir pazar öğlenden sonraydı, yalnızdım kız dershanede oğlan da basketbol kursundaydı, kocamı aradım, ne zaman eve gelceksin diye, yuvarlak bir cevap verince söylesene dedim oğlan kaça gidiyor. Telefonda duraksayınca o dakika karar verdim artık evli kalmak istemediğime.

Sonrası çok hızlı gelişiyor, boşanmak istediğini söylüyor, kocası ciddiye almıyor, bizimki tutuyor bir avukat, hazırlıyor başvuru dileçesini aynı gün evini terkediyor. İşini bırakıyor, hayatını değiştiriyor son derece çirkin bir boşanma süreci başlıyor zira kocası kabullenemiyor, çocuklarını da suçluyor. Uzun lafın kısası Sevil Abla hayatının sınavını bu boşanma süreci ile veriyor.

Geçen hafta bir telefon aldı, arayan arkadaşı, boşandığı ilk zaman evini açmış ona, kadın kadını en iyi anlar misali. Sevil Abla'da sığınmış onun limanına iki gün çocuklarıyla o evde kalmış. Kocası bu sürede orada kaldığını öğrenmiş ve tutmuş gitmiş polise karımı kaçırdılar diye şikayet etmiş. Polis bu şikayeti hallede hallede geçen hafta halletmiş, Sevil Abla'nın arkadaşını karakola ifade almaya çağırmışlar. Kadıncağız korka korka ifade vermiş, eve dönünce de Sevil Abla'yı aramış arkadaşı. İşte bu telefon görüşmesi sonrası biz konuştuk onunla, ağladı ağlayacak...

Dayanamadım, Ah Sevil Abla dedim, hangimizin garantisi var, sanma ki biz kocalarımızın güvenli kollarında son derece rahatız. Kim bilebilir bizim boşanmayacağımızı, kim bilebilir günün birinde senin başına gelenlerin bizim başımıza gelmeyeceğini. Hiç dertlenme, bak kendine yeni bir hayat kurdun, kendi paranı kendin kazanıyorsun, evlatlarını sen büyütüyorsun, lütfen üzülme.

Benim dememi bekliyormuş sanki; Korkuyorum dedi. Gerçekten korkuyorum Bilge. Akşama karakola bende gideceğim ve nasıl bir muamele göreceğimi bilmiyorum, çok yoruldum artık. İnan yalnız kadın olmak çok zor.

Biliyorum Sevil Abla, billahi biliyorum. Sen böyle kaya gibi gözüküp ağladı ağlayacak duruyorsun ya, yaşadığın zorluğu iliklerime kadar hissettim.

Bir kadını güçlü yapan hayatta duruşu ve bir o kadar da kazandığı paradır,
Tek başına yaşamak için,
Ayakta dik durabilmek için.

Uzun lafın kısası;
Bu da buradan, Bursa'dan bir kadın hikayesidir.
Umuyorum ki bundan sonra daha huzurlu bir hayatı olur Sevil Abla'nın.

Ve kendine ait bir odası olsun tüm kadınların,
Bu da dileğim benim.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Aidiyet Yoksunluğu: Tüketim

Aslında giriş paragrafları tanıtım içindir, anlatılacak olan konunun tanıtımı yapılır, doğru güvenilir bir kaynaktan alıntı yapılır. Kural budur. Karakterimin giriş paragraflarıyla ciddi sorunu var. Direk gelişme kısmına odaklanıyor, kafamda şunu da yaz bunu da anlat düşüncesi parlıyor, dolayısıyla giriş paragrafı sönük kalıyor. Olsun, buraya kadar okudunuz mu, tamamdır, bir sonraki paragraftan devam edebiliriz.
 
Sıkıntılı günler yaşıyorum. Aidiyet yoksunluğu tavan yapmış durumda. Hayattaki duruşumdan ötürü yalnız hissediyorum kendimi. Benim gibi düşünen, benim gibi yaşayan insanların varlığını duymak içime su serpecek lakin son günlerde o kadar nadir ki. Herkes bir şeyleri tüketme derdinde gibi geliyor. Etrafımdaki birçok kişi. Tüketim çılıgınlığına dahil olan insanlardan muzdaribim.
 
Hiç ilgimi çekmiyor, sıfır. Kuzenime gidiyorum mesela, anneanneme, nefes almaya; benim kuzen son aldığı ayakkabıdan öyle bir bahsediyor ki, sanki ne bileyim, o ayakkabıyı eğer almasaydı ölecekti hehalde diye düşünüyorum. Beri yandan ofiste, asistanımla laflaşıyoruz, öyle bir anlatıyor ki son indirimleri, hatta anlatmakla da kalmıyor ekranından gösteriyor bir de, şaşırıyorum bu kadar önem vermesine. Bunalıyorum, kaçıyorum sürekli yazdığım Nurturia'ya. Aman yarabbim, aman allahım. İkea, Unando, Tchibbo, Limango, Markofoni adını ilk kez bu siteden öğrendiğim alışveriş siteleri, linkler...Buna dahil olmayı reddediyorum!
 
Nasıl oldu da son durum bu hale geldi, bunu da düşündüm. Önceden insanlar ne konuşurlarmış, nasıl yaşarlarmış acaba. Aklıma hemen  şu meşhur graffiti sanatçıları düştü, yazayım detaylayayım. Banksy'den bahsediyorum. Kendisi British Müzesine bir taş bırakmış, o taşı da müze yetkilileri koleksiyonuna katmıştır. Lakin taşın üzerindeki çizimleri yetkililer farketmemişlerdir, Çizim şudur ki hanımlar beyler; bir mağara adamının market arabasını nasıl itleyebildiği. Hakikten ironik.  
 
Biraz ruhla, biraz yaşam tazıyla, biraz çevreyle alaklı sanırım. Benliğimi uzun süreçte izole edebileceğime inancım yok, biraz fazla hayalcilik olur bu. Zira iki çocuk annesiyim. Üç gün sonra okula başlayacaklar, sosyalleşecekler ve değişken talepleri olacak. Bunun farkındayım. Dolayısıyla ekstrem hayaller kurmak yerine makul bir çerceveden yaklaşmayı planlıyorum. Aşama aşama. İlk etaptaki hedefim bu. Minimalize ederek. Özellikle onları yetiştirirken yalın kalmaya özen göstermeliyim. Annesinin bir ayakkabı ya da bir rimel için çıldırdığını gören bir kız çocuk, büyürken çıldırmanın ve tüketmenin doğal olduğunu düşünür bana kalırsa. Biz şimdilik bir kitaba dokunurken ya da bahçeye patates ekerken heyecanlanalım, bu arada hala çıkmadı benim patatesler! Fakat bu hafta domates ve biber fideleri ekeceğim, en azından onlar gözle görünür: ) 
 
Bir analiz okumuştum, kaynağını hatılamıyorum şöyle diyordu. İnsanlar karşısındakileri giydikleri kıyafetlere göre değerlendirir oldular. Kendi gibi olanlarla iyi iletişim kuruyorlar. Karşındakinin kıçında livays, ayağında konvers, üstünde zara, elinde ayfon varsa, şöyle düşünüyormuşsun, tıpkı benim gibi. İlk gençlik yıllarında normal geliyor aslına bu yaklaşım ama yaş bir haddi geçtikten sonra kabul etmiyorum bunu. Bizim gençliğimizde giyim kuşamın yanında bonus sorularımız da olurdu; örneğin ben merak ederdim arkadaşlarımın ne okuduğunu, ne dinlediğini, ne izlediğini. Hey gidi. Varolan mevcut durum tek tipleştiriyor ve yalnızlaştırıyor sanırım.
 
Bunu da yazayım ve kapatayım; İkea için Umut Sarıkaya'nın meşhur bir analizi var bilmem okuyan seven var mıdır Umut Sarıkaya'yı. Şöyle demiştir kendileri : 'İnsanlar evlerine İkea aldığında mutlu oluyorlar, devlet verse ona karşı gelirler. Komünist sistem gibi herkesin evinde İkea var.' Valla da var billa da var, katılmamak mümkün değil.  
 
Ayda iki kez market, haftada bir kez pazar, yılda toplasan en fazla dort kez giyim alışverişi yapan bir kadından çıksa çıksa böyle bir yazı çıkar zaten.  
 
Nasıl bitirelim, tüketim çılgınlığına dahil; Kızım limango'daki son indirimi gördün mü, %65 diyorlar, koş koş, doldur sepetini. Tam beş çift ayakkabı, dört tane de bone aldım. Artık nerede takacaksam o boneleri.
 
Hey yavrum.

8 Nisan 2011 Cuma

Muamma

Hayat bir garip vapurlar filan.

Hey gidi.

Nurturia'da tanıdıgım, bebeklerinin büyümesine tanık olduğum anneler ile tanıştım, kızım da bebekleri ile tanıştı. Biz ana-kız gayet kendimizden emin bindik uçağa, doğru Ankara'ya. Dönüşte bindik trene Eskişehir'e, oradan bindik otobüse Bursa'ya. Günübirlik. Bu haftasonu için de kahvaltıya İstanbul'a gidiyoruz. Bu kez İstanbul'lu anneler ve bebekleri ile tanışmak için. Babam bu duruma dün akşam şöyle bir yorum getirdi, sen önümüzdeki günlerde kahvaltıya Paris'e giderim dersen şaşırmayacağım kızım.

Babacım, Paris'e gitme planlı yok şu an için. Ama orada yaşayan bir arkadaşım olsaydı, şartlarımda uygun olsaydı gidebilirdim. Arkadaş hatrına çiğ tavuk bile yenirmiş, Paris ne güzel olur.

Sesim kesik kesik geliyor, biliyorum. Gerçekten kesik kesik. Önce ofiste bazı sitelere erişimim engellendi, sonra aynı engeli devlet yaptı. Yaşadığım ülkenin devleti sansür koyuyor internet özgürlüğüne. Özgürlük, uğruna can verilen özgürlük. Aslında bunun üzerine yazmalı çokça. Libya'da savaş var, ülkemde güzel ülkemde üzerine yazılcak, çizilecek, konuşulacak çok konu var. Modern hayat, çocuklu olmak bunları konuşmaya engel mi, değil. Neden yazmıyorum bilmiyorum. Hep mecalim yok diyorum, bunalıyorum, içim sıkışıyor ve gelecek ile ilgili endişelerden gerçekten adapte sorunu yaşıyorum. Geçiyorum, bak bak nasıl hem de...

Patates sırasının hemen altına sarımsak ektik. 20 diş kadar. Filizlenmiş kısmı üstte olacak şekilde ve toprağın sadece 5 santim altına. Birer karış ara ile. Patatesleri ekmek daha eğlenceli idi. Onlarda bir bir buçuk karış ara ile ekiliyor ve toprağa bir mezar kazıyorsun resmen. Patatesleri ikiye kesip bombeli kısmı üstte kalacak şekilde ekiyorsun. Sonra da üstünü örtüyorsun. Muamma kelimesini çok severim, şu an benim için çok önemli muammalık bir durum var. Patateslerim ve sarımsaklarım olacak mı, toprak bana hasat verecek mi çok merak ediyorum. Sırada, domates, biber, karpuz, salatalık, kabak, nane, maydonoz, patlıcan, fasulye ve çilek var. Bir de filizlenen, tomurcuklanan kiraz ağacımız.

Toprağı, eşelemeyi, kazmayı, tırmığı, çepini, çapayı seviyorum. Bitkileri, zerzevatları, hasılı; üretmeyi çok seviyorum. Beni internetten bilmem ne sitesinden aldığım markalı bir kıyafetten kesinlikle daha fazla heyecanlandırıyor evimdeki bahçem, kızımın ektigi patates ve oğlumum elleriyle ektiği sarımsak. Bu durum mizaçla ilgili, ilgi alanıyla, yaşam şartlarıyla. Araftayım ben. Kentli hayatımın içinde, 40 metrekarelik toprak bahçemde, saksıya değil de bahçemin toprağına zerzevat ektiğim için seviniyorum. Çocuk gibi hem de. Dolayısıyla umutlanıyorum, sevinç böyle bir şey, insanın yüreğine umudu sokuveriyor usul usul.

Benim umudum var, çocuklarımı toprak ile iç içe buyütmek gibi bir hayalim var, istikrar da sıkıntılıyım o kadar. Dilerim gerçekleştirebilirim.

Pek tabi geçemedim. Fukuşima'da olanlar bile beni öylesine korkuturken, ülkemde yaşanlara üzülüyorum.  Öyle üzüle üzüle, çok da yazıp konuşmadan.

Oldu mu ki,
Olmasın,
Bolca konuşabileceğimiz günler diliyorum.

Oğlumu artık emzirmiyorum, Bir hafta oldu bırakalı, henüz yazacak güce sahip değilim, o gücü bulduğumda yazacağım, tarihe bu da not düşülsün.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Dilemma, İkilem ve Göçebe Trenler

Neden hep geçmişten geliyor başlangıç bilmiyorum lakin ne zaman otursam yazının başına böyle oluyor. Bir yaz günü, çok çok küçüğüm henüz. Çok çok küçüğüm yazdıktan hemen sonra kendimi bir dinazor gibi yaşlı hissettim bak. Devam edelim, bir yaz günü öğleden sonra, sıkıcı bir yazı tecrübe ediyoruz. Bol sıkıldığımı hatırlıyorum o yaz. Annem yatağa uzanıp uyku mahmurluğu yapmak istiyor, bende yanına uzanıyorum. Onların odasındayız. Ne düşünüyorsun diyorum, Bursa’yı diyor. İskenderun’da yaşıyoruz o yıllar. Bana soruyor sen ne düşünüyorsun diyor, hiç diyorum. Gitsek ya sahile.

Gidelim. Sahile, trenlere, raylara, yollara…

Delianne gitmek ve göçebe ruhu üzerine döktürmüş, keyifle okudum. İmreniyorum göçebe ruhlu insanlara. Henüz genç bir kız çocuğu iken çok okurdum Buzuner’i. Onun kitaplarıyla trenlerde hayal ederdim kendimi. Sonra bu tren metaforu kafamda yazar değiştirdi, kimlik değiştirdi, çağrıştırdıkları değişti. Değişmeyen tek şey tren deyince ilk aklıma gelen. İskenderun / Adana arası ailecek yağtığımız tren yolculukları. Şimdi bunu da anmamak olmaz tabi, bir kere eriklere haksızlık olur, bir kere babama haksızlık olur.

Yaz, ilk paragrafta tanımladığım sıkıcı yazlardan. Babaanneme gideceğiz, babam trenleri anlatmış evde bana, hatta raylı bir tren almış. Kilis’ten getirtmiş bu oyuncağı. Kaçak, kuçak. Mesela benim ilk oyuncak bebeğim arapça konuşuyordu. Zira Kilis’de kaçak pazar var bulmadıklarımızı oradan alıyoruz o yıllarda. Diyor ki, trenle gidelim annemlere. Nasıl seviniyorum, lütfen anne diyorum trene binelim. Annem tamam deyince hazırlanıyoruz, kardeşimle bende heyecan tavan. İstasyonda babam biletleri alırken biz etrafımıza büyülü gözlerle bakıyoruz.

Biniyoruz trene. Babam önde biz arkasında. Minnacık bir oda. Siyah deri koltuklar. Ayn Rand’ın tarif ettiği kompartmanların aynısı sanırım. Zira Buzuner’in anlattıkları çok konforlu. Bunlar onlar değil. Oturuyoruz, babam camı açıyor. Mis gibi yaz havası. Cam kenarında biz varız kardeşimle; iki meraklı yürek. Birden bir düdük sesi, babam diyor ki kalkıyoruz. Çuf çuf. Nasıl sallaya sallaya gidiyor, nasıl eğlenceli. Bayılıyoruz. Camdan dışarı bakmak acayip keyifli. Annem çantasından erikleri çıkartıyor. Yeşil erik, kütür kütür. Birazık da tuz, tuzlayıp tuzlayıp yiyoruz. Kapı açılıyor birden, kardeşime öğretti babam. Kardeşim biletleri uzatıyor kapıyı çalan amcaya. Amca sayıyor bizi, tamamdır iyi yolculuklar diyor. Teşekkür ediyoruz kardeşimle bir ağızdan.

Sonra babam kardeşimle benim elimden tutup trendeki büfeye götürüyor bizi, meyve suyu almaya. Vagonların arasından geçerken etrafa bakmaktan sendeliyoruz. Trenin içini çok seviyorum. Bir istasyona yaklaşıyoruz, bir makastan geçiyoruz, yolda koyunlarını otlatan çobanları görüyorum, erik yiyorum, yemyeşil, kütür kütür, annem dergi okuyor, kardeşim saçımı çekiyor, babam kitabını açıyor, ben sıkılmıyorum, yazın sıkıntısı trende birden geçiyor.

İnsanın ruhu sıkılır, sığmaz bir yere. Kaçmak için bir yol arar. Bazen raylar iyi gelir, bazen asfalt, bazen kumsal. Hiçbir yolu yoksa kaçmanın açar saman kağıda basılı yaprakları kitabın, okur, uzaklaşır. Kitap onu götürür, kitap onu sürükler, kitap ruha iyi gelir. Benim Ahmet Hamdi Tanpınar okuyasım var.

Göçebe değilim, ne ruhen, ne zihnen. Yerleşik düzeni seviyorum.Odam olmalı, kütüphanem, şifonyerim. Eşyalarımı yanımda istiyorum. Buna karşın çok eşya sevmiyorum. Eşyalar imrendiğim kentli göçebeliğimi kısıtlıyor. Lafta göçebeyim kısaca. Kelimeyi seçemedim. Dilemma mı diyeyim ikilem mi diyeyim ikircikte kaldım. Çok severim kelime oyununu, yaptım. Kusur kalmayayım.

Aslında benim uzun uzun anlatasım var, yazasım, yağasım. Lakin şimdi tam bu paragrafta kapanışı şöyle yapmayı seçiyorum. Ben trene çocukluğumdan sonra yolculuk yapmak için hiç binmedim. Yolculuk kavramı büyüyünce seyahat olarak evrildi maalesef sözlüğümde. Annelik yolculuğumu benzetmek için bir metafor seçsem şimdilerde bu tren olmaz artık sanırım. Çünkü ben büyüdüm, artık tren deyince yeşil erikler gelmiyor aklıma.

Fakat çocuklarımla bir yolculuğa çıkasım var,
Onlara Ahmet Hamdi Tanpınar okuyasım,
Yeşil erik yediresim,
Yeniden tren metaforunu kullanasım.
Dilerim nasip olur.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Annem'e

Bundan seneler senler evvel, zehir gibi bir soğuk, aylardan şubat, tarihten 13, günlerden Çarşamba.

 Anneannem sobaya biraz kömür ilave ediyor, annem mutfağa mısır patlatmaya giriyor. Dedem eline almış bir takvim yaprağı onu okuyor. Bu gece Dallas’ın heyecanlı bir bölümü var televizyonda, annem onu çok merak ediyor. Babamın final akşamı. Uzunca bir süredir bitiremediği üniversiteyi inşallah bu gece bitirecek. Zaten yıllığa babam için şöyle yazmış hocası, eğer bu senede okulu bitiremezsen Efes Pilsen’in hisse senetlerini almanı tavsiye ederim Ali’ciğim zira parayı ancak öyle bulursun sen.

Babam finalde iktisat üzerine kafa yora dursun annem evde birden bir farklılık hissediyor. Tuvalete giriyor çıkıyor rengi bembeyaz oluyor. Anneannem ne oldu Hatice ne bu hal deyince annem korkuyla suyum geldi deyiveriyor. Anneannem dedemin yanına koşuyor, hemen bir taksi bulalım diye başlanıyor dedeme söylenmeye. Annem içerden sesleniyor, olmaz öyle şey, Ali’m gelmeden ben bir yere gitmem. Ne deseler ne etseler dinletemiyorlar anneme. Ali’m de Ali’m diyor annem.

Okul çıkışı muhakkak sendikaya uğrayan babam o akşam uğramıyor, içine doğuyor sanki evdeki bu durum, direk eve geliyor. Babamın ayak sesini duyan anneannem rahat bir nefes alıyor, yetiş Ali, baba oluyorsun Hatice sen olmadan hastaneye gitmiyor diyor. Babam içeri ayakkabılarla dalıyor. Ne oldu Hatice’m sancın mı başladı diyor, rengi bembeyaz. Tekrar çıkıyor aceleyle buluyor bir taksi, yanaşıyor kapının önüne.

Anneannem, annem, babam ve dedem. Özel Bursa Hastanesi, zehir gibi soğuk. Doktor Nuri Uzunalioğlu aranıyor onun gelmesini bekliyorlar hastanede. Annem 3. kattaki odasında şehre bakıyor, üzerinde pembeli geceliği. Sancıları geldikçe babam elini tutuyor, dedem aşağıda sigara tellendiriyor, anneannem dua ediyor. Sonra doktor geliyor hadi diyor yeterince açılmış, artık gidelim doğumhaneye.

Babam annemi öpüyor, annaannemin dediğine göre ağlıyor. Annem sabaha karşı saat üç’de doğumhaneye giriyor. Saat üç’ü on altı geçe hemşire çıkıyor. Gözünüz aydın nur topu gibi bir kızınız oldu diyor babama. Babam annemi soruyor şimdi çıkacaklar diyor hemşire. Babamın dediğine göre tam o sırada kar yağmaya başlıyor. Doğumum kar yağdırıyor Bursa’ya. Üstelik lapa lapa.

Hastaneye gittiklerinde soğuk olan Bursa, hastaneden çıkarken bembeyaz bir örtüyle kaplı oluyor. Ertesi gün beni çıkartırlarken eve ulaşmakta sıkıntı yaşıyorlar, öyle bir kar yağmış ki şehre yollar kapanmış oluyor. Hatta anneannemle babam bir kavgaya tutuşuyor beni kimin tutacağı konusunda. Kazanan babam oluyor. Beni kucağında eve kadar babam tutuyor.

Annem evde beni emzirdikten hemen sonra babam dönüyor diyor ki, aynı sen kızımız. Çok dua ettim, sana benzesin diye Allah çok dua ettim. Seni çok seviyorum, kızımız aynı sen hayatım, ne güzel değil mi. Babam gülümsüyor bana bakıyor, o benim fındık fıstık kızım diyor, annemi öpüyor yine. Ardından annem bir mektuba başlıyor;

Canım Kardeşim,

Ben anne oldum, bir kızımız oldu. Seninle konuştuğumuz gibi adını Bilge koyacağım. Kırkını çıkarmaya yanına getireceğim. Sen güçlü ol İlyas, Bilge sana güç versin. Artık dayı oldun. Güzel aydınlık günler bizi bekliyor, inancını hiç yitirme. İçin sıkıldığında Bilge’yi an. Seni çok seviyorum ben,

Ablan,
Hatice.

Böylece adım Bilge oluyor. Kırkımı çıkarmaya Bursa Cezaevine götürüyorlar beni. Devrimci solcu Ankara Hukuk öğrencisi dayıma. Cezaevinde dayım bana sarılıyor ve kulağıma şöyle fısıldıyor. Adın Bilge senin, adınla yaşa.

Eve dönünce de dedem kulağıma ezanla adımı okuyor,
Bundan seneler seneler evvel.

Milyon kez dinlemişliğim var. Annemden, babamdan, dayımdan, anneannemden. Çok sık anlattırırdım, şimdi çocuklarıma onları nasıl dünyaya getiridiğimi anlatıyorum. Bayılıyorum doğum ve adımın hikayesine. İyi ki annem doğurmuş beni. İyi ki bu ailenin kızıyım.

Yarın yeni yaşıma basıyorum. Aklımda şu an sadece sarı saçlı güzel annem var,

Annecim, ben de anne oldum,
Seni çok özlüyorum,
Çok.

10 Şubat 2011 Perşembe

Sloganlar

Yazı yolunu bulur genelde, kendi içinde bir algoritması vardır. En çok kalemle yazmayı seviyorum. Klavyeyi naylon buluyorum, evde çok yapar-d-ım. Kış balkonunda, az ışıkta. Oldum olası çok ışığı sevmem zaten, başım ağrır. Aslında çok baş ağrısı da yaşamam. Baş ağrısı şikayetim azdır ve itiraf en fazla değer verdiğim uzvum, başım ve yumurtalıklarım. Her ikisinde de üretim var ve sanırım ben tüketimden çok üretimi seviyorum. Hey allahım biri beni durdursun yoksa boşaltım sistemimizin uzuvlarına gireceğim.

Dur. Sakin. Nehir duruluyor, yavaş yavaş akıyor. Bak bir gölet oluştu orada. Sessizlik var. Sessizlik, sadece su sesi.

Karpuz koydu babam suya, soğusun diye. Bir yandan annem domatesleri yıkıyor suda. Şimdi salata yapacak. Ziya Amcam tutturdu güveç de güveç diye. Babamla kapıştılar, Attila’dan başladılar, Lenin’den çıktılar. En son Lenin’in bürokratik sisteminin özgürlüğü engellediğini tartışıyorlardı. Bıraktım, kendi hallerinde konuşuyorlar.

Oy oy oy, annem arabanın kapısını açıyor, müzik başlayacak şimdi. Ne kadar neşeliler, bayılıyorum. Kardeşim bana bakıyor, bunun ne anlama geldiğini iyi biliyorum. Başlayacak şimdi Başın öne eğilmesin’i söylemeye, annem basacak kahkahayı. Şimdi bu şarkının şöyle bir hikayesi var; Edip Akbayram’dan nefret ediyoruz kardeşimle lakin annem bu şarkıyı çok seviyor. Kardeşimde bu şarkının taklidini çok komik yapıyor. Annem keyifle şarkıyı açınca kardeşim bir taklide başlıyor, annem baskıyor kahkayı. Gülüşüyoruz.

Ziya Amca’m babamın kan kardeşi, İstanbul’da yaşıyorlar. Beden eğitimi öğretmeni. Serpil Yenge’m bankacı, bir çocukları var adı Attila. Ziya Amcam milliyetçi, sağlam milliyetçi. Babam sosyalist lakin kafası bozulunca kızıl komünistim ben diyor. Birbirlerini çok seviyorlar çok takılıyorlar.Biri Devrim yazıları yazarken öteki aynı yazıyı silip Ya Sev Ya Terket yazıları yazmış vakti zamanında. Tüm bu farklı görüşlerine karşın ikisi de ülkesini çok seviyorlar ve bir şekilde iletişiyorlar.

Burası Uludağ/Çobankaya. Bir Pazar günü. Aile pikniği yine. Ziya Amcamlar Bursa’dalar ve hep birlikte dağ havası eşliğinde toprak tencerede güveç yapacaklar. Babamla Ziya Amcam bol bol kapışacak, Lenin’den girip Beşiktaş Galatasaray transferleri üzerine atıp tutacaklar. Bir sürü siyasi argüman, peşi sıra politikacılara okkalı küfürler, annemden ince espiriler, Serpil Yenge’mden de yakınmalar duyacağım.

Kardeşimle çok sıkılıyoruz, tüm günün böyle geçmesini istemiyoruz ama yapacak bir şey yok. Babam da annem de Pazarları beraber olmamız konusunda çok titizler. Babama ne zaman desem; Ama babacım biz kızlarla plan yapacaktık Pazar günü diye, bir başlıyor konuşmaya, susması uzun sürüyor. Öyle şeyler sunuyor ki her seferinde ona hak veriyorum. Her seferinde Pazar günü yapacak bir şey yaratıyorlar. Piknik, alışveriş, ufak bir gezi, sinema, evde tavla partisi illa bir şey buluyorlar Pazar gününe. Alıştık böyle yaşamaya.

Geri dönüş yolu, Bursa’ya. Öndeki arabada babamlar var, ben Ziya Amcamların arabasındayım Ziya Amcamın oğlu Attila’da bizim arabada, yer değiştirdik.. Yavaş yavaş salınıyoruz şehre doğru. Camlar açık, yaz. Babamın sesi geliyor: Mahir Hüseyin Ulaş, bekliyorum usul usul hep ben derdim devamını, hooop Attila’nın sesi geliyor cılız: Kurtuluşa Kadar Savaş. Ziya Amcam basıyor kahkayı.

Şu an bende gülümseyerek yazdım bu yazıyı, hatta yazının bir yerinde tıkandım babamı aradım, yahu baba sizin böyle bir sloganınız vardı, vardı da Ziya Amcamlar karşılığında hangi sloganı atarlardı hatırlayamadım dedim. Boşver o faşisti şimdi nerden aklına geldi eylem mi var yoksa diye soruverdi. Beş dakika sonra Ziya Amcam aradı, babamla konuşmuşlar, çok özlemiş beni, çocukları sordu, gözlerinden öperim benim akıllı kızım dedi, tam telefonu kapatırken ekledi: Söyle o baban olacak hayırsıza şöyle derdik biz:

Komunistler Moskova’ya.
Milliyetçi Hareket Engellenemez.

Ziya Amca Moskova kaldı mı allah aşkına, babam eski babam mı, sen eski sen misin, ben nasıl seviyorum sizi, nasıl özlüyorum, kim bilir Attila ne kadar büyümüştür, yengem nasıl acaba, keşke hiç büyümeseymişim Ziya Amca, keşke o yıllardaki gibi kalsaymışım, ben sanırım eskisi gibi değilim, birçok şeyi özlüyorum. Diyemedim. Peki canım amcam söylerim babama dedim ve kapadım telefonu,,

Az önce.
Tarihe not düşülsün bu.
Özgüranne bir yazı yazmış peşi sıra Bursa’da iki çocuklu bir kadın böyle bir izdüşümü yaşamış,
Ne İlginç.

8 Şubat 2011 Salı

Zeynep Bebek İçin

Kafamın içi çok karışık, zihnimin duru bir su gibi olmasını istiyorum. Böyle anlarda balkona çıkarım temiz hava isterim. Nefes alırım. Durağan bir göl görüntüsü getiririm zihnime. Sadece bir göl düşünürüm, hareketsiz. Duruyor, öylece, durağan,,

 Durdu bak.

Dün akşam iş çıkışı kocamla Tıp Fakültesine gittik, Zeynep Bebek orada yatıyor, çocuk hemo/onko kliniğinde. İki hafta evvel başında bir beze çıkmış, annesi hemen doktora götürmüş, doktor bir yere vurmuştur herhalde dert etmeyin demiş. İki gün sonra gözünün altı morarmış Zeynep Bebek’in, yine gitmişler doktora. Doktor bu kez kan tahlili istemiş ve doğru fakülteye sevk etmiş. Lösemi şüphesiyle. Teşhis fakültede netleşmiş. Zeynep Bebek lösemi, ALL imiş. Hemen kemoterapiye başlamışlar. Şu an tedavi altında. Bugün port takılacak kuzuya. Bilekleri şişmiş, artık damar yolu bulmak ciddi zorlamış bebeği.

Zeynep Bebek ve annesi Tuğba teyzemin hemen kapı komşuları oluyorlar. Bizim mahallemize çok yakın evleri. Zeynep; 2007 Mart doğumlu, kara böcük sevimli bir kız çocuğu. Gilbert’ı çok seviyor, evcilik oynamaya bayılıyor. Tuğba çalışan bir anne. Güçlü bir anne, akıllı bir anne. Erdal ailesine sahip çıkan bir baba, ilgili bir baba, kesinlikle edilgen değil. Bu hastalık onlara hiç yakışmadı: (

Zeynep’in ayrılık kaygısı oluşmuş hastaneye yattıklarından bu yana. Annesinin kucağından yanından saniye ayrılmıyor. Annesi kalıyor onunla. Babacık’ı istemiyor, çok korkuyor. Dün akşam Tuğba ile beş dakika konuşayım dedim, Zeynep bas bas bağırdı annecim lütfen beni bırakma diye. Anne nefes alamıyor şu aşamada. Bir buçuk ay daha yatacaklarmış, doktorları öyle bir kemo planı yapmış, dilerim cevap verir Zeynep’cik.

Buraya bunları niye yazıyorum: Tuğba benden tek bir şey istedi. ‘’Dua’’. Maddi olarak hiçbir sıkıntıları yok çok şükür. Sadece dua istedi. Bir internet sitesinde yazıyorum Tuğba’cım neye ihtiyaç varsa duyurayım dedim. Kan / trombosit vs. vs. Sadece dua istiyorum dedi, lütfen bizim için dua edin diye ekledi. Okunduğumu biliyorum, burayı okuyan hanımlar, beyler; Bu akşam yatmadan evvel duanızda Bursa Uludağ Üniversitesinde yatan Zeynep Arı Bebek’in adını telaffuz eder misiniz? İnançsız olan arkadaşlarım sizde secret/şans/enerji yollar mısınız Bursa’ya? Böyle pozitif bir enerji çemberi oluşturabilir miyiz şu aşamada?

Kafamı çalıştırmaya çalışıyorum aklıma sadece bir hediye paketi götürmek geliyor. İçine boya kalemi, kağıt, oyuncak, calliou dvd’si, çıkartmalı bir kitap, çikolata koyacağım. Başka ne yapacağımı bilmiyorum. Her türlü öneriye açığım, birlikte düşünelim: akıl akıldan üstündür. Anne henüz Zeynep’i dışarı çıkartmaya cesaret edemiyor enfeksiyon riskinden ötürü. Biraz iyileşsin kuzu kızımla buluşturup beraber oyun oynamalarını sağlayacağım.

Ne yapabiliriz arkadaşar? Lösemi olmuş bir bebeğin çocukluğunu yaşayabilmesi için ne yapabiliriz? Annesinin, babasının biraz nefes alabilmesi için, azıcık normal hayat sürebilmeleri için? Böyle bir durum yaşayan / tecrübe eden var mıdır? Bir öneri?

Akşam hastane çıkışı tam anlamıyla dağıldım. Eve gidene kadar yağdım, bardaktan boşanırcasına. İnsan böyle anlarda kendine acımasız davranıyor cömertçe. Öyle yaptım. Sıkı bir sorgulamaya girişti zihnim. Anneliğimi, yüreğimi, kocamı ve insanlığımı sorguladım. Eve girmeden önce park ettik arabayı, kocam kısacık iki kelamda bulundu. Aynen yazıyorum:

Değil mi ki sağlığımız yerinde, gerisi teferruat. Zeynep için ne gerekiyorsa yapacağız.

Hepimize sağlık diliyorum, dermansız dertler uzak dursun bebeklerden,
En çok da Zeynep’ten,
Cömert dualar,
Lütfen…

4 Şubat 2011 Cuma

Anne Olmaya Hazır Olmak ve Defne Joy Üzerine

Var böyle bir şey.

Zihin olarak, fizik olarak, ruh olarak hazırlanmak gerek. Hiçbir çocuk kendisi karar vermez dünyaya gelmeye. Kadın kişi erkek kişi ile bir birleşme yaşar, döllenme gerçekleşir ve dünyaya yeni bir can gelir. Bu gelen yeni bebek ailesini seçemez, şartlarını belirleyemez. Mesela ben eğer Ağrı’nın bir dağ köyünde dünyaya gelmiş olsaydım muhtemelen şimdi buraya bunları yazacak şartlara sahip olmayacaktım. İşte ben buna 'kader' derim.

Defne Joy Foster’ın ölümü üzerine bu yazıyı yazıyorum şu an. Kendimden de ilintileyecektim aslında, düşünüyordum yani böyle bir konu yazmayı. Çok üzüldüm, benden sadece bir yaş büyük bir kadın. Genç, taze anne ve evet özellikle erken ölümler sarsar insanı. Sarsıldım. Aklıma Sezai Karakoç’un şiiri düşüyor hemen, en son ne zaman anımsamıştım yine bir erken ölümde, Nehir Beyazıt’ın ölümünde.

Bugün Hıncal Uluç kaleme almış Defne’nin ölümünü, çok sert bir uslup ve pervasızca kelimeler seçmiş. Bir ölümün arkasından konuşurken insan daha mı özenli davranmalı. Mesela cenazelerde ne yaparız, kavgalı küs alacaklı dahi olsak helal ederiz hakkımızı. Üzüldüm ben yazdıklarını okuyunca. Şimdi tam bu paragrafa yandaş medya ve basında taraflı olmak üzerine de iki satır yazılabilir pekala. Lakin hiç şu an o konuya girmeye mecalim yok.

Anne olmadan evvel ben sigara kullanıyordum, alkol de alırdım-gerçi kendimi bildim bileli alkol konusunda beceriksizim ama alırdım- , Fethiye’de yamaç paraşütü yapmıştık kocamla, sonra Bursa’dan Mudanya’ya araba ile 13 dakikada girme yarışı yapmıştık, ilginç olanı girmiştik de. Hiç uyumadan işe gittiğimi bilirim, canım kaymaklı ekmek kadayıfı çekti diye Afyon’a basıp gitmişliğimizde omuştu bir gün. Demem o ki; hızlı yaşadık, keyfimize düşkündük. Sonra anne baba olmak istedik, bunu çok istedik, evliliğimize bir renk gelsin dedik, birlikte bir bebek büyütelim, altını değiştirelim, onunla oynayalım, yürümesine konuşmasına tanık olalım dedik. Hayaller kurduk kime benzer acaba diye uzunca konuştuk, bu hayale kendimizi kaptırdık ama bir türlü anne baba olamadık. Sonra bir üreme kliniğine gittik testler yapıldı, doktor direk sordu sigara içiyormusunuz diye, evet deyince, deyiverdi doktor bir kerede: sigara spermlerin kalitesini bozar yumurtanın kalitesini de etkiler. Bıraktık. Üzüle üzüle bıraktık. Daha doğmadan çocuğumuz için bıraktık.

Ardından ben anne oldum, kocam baba oldu. Birden bire tüm hayatımız değişti. Güya hazırlamıştık kendimizi ebeveyn olmaya. Başlarda, ilk aylarda, aşırı anne baba idik pek sıkıntımız yoktu, sonraki aylarda işin rengi değişti, çünkü ben yine gebe kaldım. Yetişkin gibi yaşamamaya başladık. Sürekli bir çiş kaka aşı oyun mama çorba muhabbetti. Arkadaşlarımız özellikle çocuksuz olanlar tarafından dışlandık, sıkıcı bulunduk, ki haklılar: ) Hayatımızı çocuklara göre organize ettik. Onların uyku yemek saatlerine gore dışarı çıktık ya da eve tıkıldık. Evimize misafir çok kabul etmedik, harcamlarımızı kıstık, kendi sosyal alanımızda fedakarlık yaptık, yaptık da yaptık yani. Bizim ebeveynlik serüvenimiz böyle şekillendi. Geldiğimiz şu son aşamada benim kafamda hep bir öncelik muhasebesi işliyor. Anne olmak bu vicdan sorgulamasını içime kendiliğinden sokuverdi. Diyelim arkadaşlarım beni dışarı sinemaya ya da alışverişe çağırdı. Şu işliyor kafamda hangisi daha öncelikli, zaten çalışıyorsun çocukları az görüyorsun kızım, arkadaşlarınla dışarı mı çıkmalısın yoksa evde minnolarla doktorculuk mu oynamalısın. Eve gidiyorum soruyorum hemen benim kıza, kim doktor olsun: Sen mi yoksa kardeşin mi…

Defne’yi düşünüyorum. Oğlunu çok sevdiğinden zerre kadar şüphem yok. Bunu hiç sorgulamıyorum bile. Birbirlerine doyamadılar, çok yazık oldu her ikisine de. Oğlunun büyüdüğünü göremeyecek bir kere var mı ötesi? Bebekçik de annesiz büyüyecek, ki ben bunu bilirim, iyi bilirim. Eksik!

Dayatılan bir şey var kadınlara, bende düşmüştüm bu oyuna. Yazmalıyım. Çocuk da yaparım, kariyerimden de yoksun kalmam, 38 beden bikinin içine de girerim, çocuğum olmadan önceki sosyal hayatımı da yaşarım, kocamla aramızdaki aşkı da tüketmem, çocuğuma harika annelik de yaparım. Yok böyle bir şey. Bunların hepsi aynı anda yürümez, yürüyemez, böyle güçlü bir insan olsa olsa ancak filmlerde olur.

Ünlülerde daha yoğun oluyor sanırım bu baskı, neydi şu kadın, hatırladım. Bergüzar Korel, doğum yaptıktan birkaç ay sonra bir filme kalkışmıştı ya da diziye net değil şu an aklımda. Pek ilgili olduğum alan değil. Ama örnekleri çoğaltmak mümkün, Pınar Altuğ sonra Ebru Şallı ne bileyim kimdi şu manken, tamam hatırladım Çağla Şikel. Bu yazdıklarımın hepsi doğumlarından kısa bir süre sonra hiç sarkmamış memeleri ve dümdüz karınlarıyla yeni bir projenin içinde oluverdiler. Bunların çoğu da iyi kazanan çalışmak zorunda olmayan kadınlar eee öyleyse bu hırs ne için. Bakın ben çocuk da yaptım ama sizden de geri kalmadım demek için mi…

Bir bebeği dünyaya getimek demek: eğitimliysen, azıcık olan bitenin farkındaysan biraz kendine dur demeyi bilmek demek. Dayatılan bu baskıdan kendini koruyabilmek demek. Zor ama mümkün. Bir kere bebek için. Henüz altı aylık bir bebek annesinin düz karnıyla ya da sarkmamış memeleriyle değil onunla geçireceği vakitle ilgili çünkü. İhtiyacı annesinin kucağı.Tamamen izole de olmak doğru değil ama ne bileyim sanırım biraz da kendini ötelemek gerek ebeveyn olduktan sonra.

Ah Defne, emziriyormuşsun, ah Defne bebeğin hastaymış geçen hafta, ah Defne keşke demek yersiz biliyorum ama keşke hiç girmeseymişsin şu reyting için yapılan yarışmaya. Olan oğluşuna oldu. Annesiz bir bebek ne kadar zor büyür, nasıl çabuk olgunlaşır. Dilerim kocan bu işi kotarır, bebeğinizi iyi büyütür. Eğer gökyüzünden görebiliyorsan ki ben hep öyle hayal ederim kafamda, dilerim şu on sekiz aylık annelik maceranda bebeğine kokunu doya doya koklatmışssındır. Dilerim yukardan huzur ve şefkatle bakıyorsundur oğluna.

Nehir’in annesi yazmıştı, hiç unutmam o satırı. Çok etkilenmiştim. Şöyle demişti: Nehir iyi ki ısrar etti onu kucağımda taşımam için, iyi ki belim ağrıya ağrıya onu kucağımda taşıdım.

Çocuklarımıza sıkı sıkı sarılalım, her anı doya doya yaşamaya gayret edelim. Önceliğimiz bebeklerimiz olsun. Onlar büyüdükten sonra her şey olur, herşeyi erteleyebiliriz ama onların ilk gülüşünü, ilk yürüyüşünü, ilk adımlarını kaçırmayalım. Onlar için kendimize iyi bakalım, sigara kullanmayalım, spor yapalım, sağlıklı yaşamaya çalışalım.

Anne ölünce çocuk
Bahçenin en yalnız köşesinde
Elinde bir siyah çubuk
Ağzında küçük bir leke

Çocuk öldü mü güneş
Simsiyah görünür gözüne
Elinde bir ip nereye
Bilmez bağlayacağını anne

Kaçar herkesten
Durmaz bir yerde
Anne ölünce çocuk
Çocuk ölünce anne

Sezai Karakoç.

31 Ocak 2011 Pazartesi

Para Para Para

Kocaman kocaman balonlar. Adam öyle güzel süslemiş ki standını, kaç yaşına geldim benim bile dikkatimi çekiyor. Bir çocuk yan tarafında standın, annesinin eline sıkıca yapışmış, bas bas bağırıyor. Kırmızı da kırmızı, sıpaydır men de sıpaydır men. Annesi eğiliyor bir şeyler söylüyor çocuğa, çocuk kendini yere atıyor, çığlık çığlığa. Bu manzarayı avm’deki herkes görüyor. Kadın utanıyor, çocuk kararlı. Sonunda almak durumda kalıyor kadın, çocuk artık mutlu.

Ulus pastanesi önü, bundan seneler seneler evvel, Bursa. Annemle çarşıya çıkmışız. Çarşıya çıkmak diye bir şey var o yıllarda. Aylık ihtiyaçlarımızı annem, anneannem ve kardeşimle birlikte çarşıdan alıyoruz. Annem çıkmadan evvel bizimle konuşuyor, bana Sebatlı’dan ayakkabı alacak, kardeşime de raptiyeli araba. Bunun dışına çıkmayacağımızı anlatıyor, tamam diyoruz. Ayakkabımı ben seçiyorum, böyle pullu kokoş bir şey, kardeşimde raptiyeli bir araba alıyor. Dolmuşa binmek için Heykel’e yürüyoruz. Tam Ulus Pastanesi’nin önünden geçerken annemin elini daha bir sıkıyorum. Ulus pastanesinde şemsiyeli çikolata satılıyor çünkü ve ben o çikolataya bayılıyorum çünkü. En masum bakışımı fırlatıyorum annemin yüzüne, sıcacık bir muzip gülümseme ile. Annem diyor ki, şimdi ikinize şemsiyeli çikolata alacağım ama eve gidince açacaksınız, yolda yemek yasak biliyorsunuz. Ayrıca eve gidince kim oyuncaklarını ortadan erken toplarsa önce onunkini vereceğim. Annemi çok seviyorum…

Kızım üç yaşında oğlum iki; para kazanmak, para harcamak ya da para ne demek gibi soyut bir kavramı hiç öğretmedik. Şunu biliyor ama beraber markete gidiyoruz, alışveriş yapıyoruz sonra kasada sıramızı bekliyoruz aldıklarımızı kasiyer ablaya veriyoruz o da cırt diye özel bir aletten geçiriyor ve bizde aldıklarımızın bedelini ödeyip evimize dönüyoruz. Üst komuşumun bir oğlu var, karı-koca bankacılar. Çocuk paranın içinde büyüyor yani : ) Onunla konuştuk geçenlerde ne yapıyorsun öğrettin mi para kavramını diye, dedi ki öğrenmemesi imkansız zira paranın içinde büyüyor bizimki. Şaka bir yana şöyle bir yöntem uygulamış, anlattı :

 
Oyun parkına gitmişler bir avm’nin. Orada öğretmişler. Babası demiş ki; bak oğlum sadece iki jetona yetecek kadar bir para ile geldik, bunları dilediğin oyuncakta kullanabilirsin. Tolga’da bu hakkını bovling ve trende kullanmış. Sonra oyuncakçıya girmişler annesi demiş ki oğlum sadece bir oyuncak alma hakkın var, hangisini istersen onu al. Gitmiş Tolga’ da kendine bir kamyon almış. O sırada pahalı başka bir helikopter beğenmiş, yaklaşık yüz lira civarındaymış. Annesi alamayacağını anlatmış, yanında o kadar parasının olmadığını söylemiş eve gidene kadar da dikkatini dağıtmış. Eve gidince düşünmüşler ve bir kumbara almaya karar vermişler. Ertesi gün kumbara alıp vermişler Tolga’ya, kısa bir açıklama da yapmışlar. Tolga’ya artık harçlık vereceklerini dilerse parasının bir kısmını buraya aktarabileceğini ve biriken paralarıyla helikopter alabileceğini söylemişler. O hafta her alışverişinde Tolga bir şey talep ettiğinde isterse alabileceklerini ama helikopter için kumbaraya atmasının da bir seçenek olduğunu hatırlatmışlar. Bizimki bir şey isteyince artık ellerini başına götürüp saçını kaşır olmuş : ) Sonraki hafta hemen karşılığını bulsun öğrenmesi pekişsin diye babası Tolga’ya kumbarayı da yanına alıp oyuncakçı’ya da göz kırparak; Bak Tolga artık biriktirdiğin paralarla istediğin helikopteri alıyorsun, demiş. Bizimki çok gururlanmış tabi kendisiyle. Bu arada Tolga ile kızımın arası sadece altı ay. Altı ay daha büyük Tolga.

Bana mantıklı geldi, öğretmeyi ve gündeme almayı düşündüm. Evde konuşacağım kocamla, bir karara varıp belki bundan sonra kızıma bende bir kumbara ile harçlık vermeyi düşünebilirim. Şimdilik alışverişe çıkmadan neler alacağımızı söylüyorum sadece. İşe de yarıyor, örneğin Pazar günleri çıkarız genelde kızım sadece sana bir kitap kardeşine de bir araba alacağız derim, tamam der, dikkatini çeken bir şey olmazsa aklına gelmez bir şey talep etmek. Lakin yazının başnda belirttiğim kırmızı sıpaydır menli kırmızı balon isteyen çocuk gibi olmasını da düşünemiyorum hiç. Oğluş’ da hiç işe yaramıyor bu yazdıklarım. Anlamıyor doğal olarak. Yine bir Pazar Ikea’da o hani krema şeklinde dondurmalar var ya onlardan almış yalayan kendi yaşlarında bir çocuk görmüştü. Kaşla göz arasında çocuğun dondurmasından o da yalayıvermişti bir kez. Çok gülmüştük.

Aslında düşünüyorum, en masum kısmı işin şu aşama. İlerde neler yaşayacağız kim bilir. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, bulayım onu da ekleyeceğim zira konu çok kapsamlı. Beş yıldızlı çocuklar yetiştiriyoruz. Çevreme bakıyorum, sürekli yazdığım sosyal paylaşım sitelerindeki arkadaşlarıma bakıyorum. Hepimiz çocuğumuza en iyisini veriyoruz, ben dahil. Her şeyin en’i. En iyi okulu arıyoruz, en iyi ayakkabıyı seçiyoruz, en iyi kıyafeti almaya çalışıyoruz, oyuncağın en iyisine gidiyor elimiz…Bu kadar en’lerin içinde büyütüyoruz yavrularımızı. Aslında ilk etapta düşününce bir sıkıntı yok değil mi? Peki, hiç şu açıdan yaklaştınız mı? Ben yaklaşmadım sadece okuduğum bir yazıya istinaden düşün-müştüm-üyorum:

Şimdi bu kadar en’lerin içinde büyüyen bir yavru nasıl bir ego ile yetişir? En iyi ayakkabıyı giymiş, en marka kıyafetlerle dolaşmış, en iyi okullara gitmiş, her şeyin en’ini alan çocuk. İlerde hayat ona hep en’leri mi verecek? Bizim sunduğumuz hayatı yaşayamayacaklar ki. Tatminsizlik sorunu yaşamazlar mı? Hangi diploma tatmin eder bu en’lere alışmış beş yıldızlı çocukları, hangi maaş tatmin eder, hangi ortamda mutlu olur? Bir cep telefonu markası için birbirini değerlendiren bir dejenere gençlik var hali hazırda dikkatinizi çekiyor mu? Aaa senin ayfonun yok mu, yoksa şu kıçındaki livays değil mi, inanmıyorum çakma konvers mi o ayağındakiler diyen neslin farkındayız değil mi?

Şu an için gündemimizde değil bu konu lakin aklımı karıştırmıyor da değil hani. Ben bunu sonra düşüneyim ve yazıyı bu dejenere bulduğum yeni nesil egosu tavan gençlerden iki replikle bitireyim:

Pelinsu, sana inanamıyorum feyse koya koya elinde siyah ayfonlu fotonu koymuşsun, canımın içi üzerindeki zara tişörtün pembe, hiç uymuş mu? Pembe telefonlu resmini koy, başını da yana eğ cicim. Aaaa ama.

Pelinsu’nun annesi olsam o ayfonu almam valla, parasından değil sırf güvenlikten: ) Yahu bu memlektte insanlar elli lira için adam kesiyorlar, o telefon kaç para, kapkaççısı var hırsızı var, aman allahım ne cesaret.

13 Ocak 2011 Perşembe

Sarkık Memeler

Yeni doğan yoğun bakım ünitesinin girişi,
Aylardan ekim,
Yıllardan 2007,
Sımsıcak bir hava, sanki yaz ayı,
Lakin tir tir titreyen bir beden,
Ben…

Öyle çok endişeliyim ki, dört gündür süt sağıp sağıp yolluyorum bu üniteye, kızımın biberonla beslendiğini duydukça seviniyorum. Zira yoğun bakımdaki üçüncü günü formül mamayı reddetmiş, kusmuş, tıkanmış ve maalesef müdahele edilmek zorunda kalmış, midesi yıkanmış. Anne sütü hayat meselesi haline geldi şartlarımız gereği. Emzirme hemşiresi son notlarını tekrarlıyor, girmeye hazırız içeri.

Steril önlüğü giyiyorum, ayakta durmakta zorlanıyorum dikişlerim henüz alınmadı. Sonra ellerimi yıkıyorum özel bir deterjanla, başıma da boneyi geçiriyor hemşire artık hazırım. Küvöz koridorun en sonundaki. Yavaş yavaş ilerliyoruz, her seferinde aynısı olur mu, oluyor, gözlerim doluyor, boğazım düğümleniyor, tutamıyorum kendimi, ağlağım evet. Uyuyor benim pıncırık kızım, uyuyor benim papatya kızım, bebek ve soyadımız yazıyor, allahım nasıl olacak. Küvozun önüne sandalye getiriyorlar, oturtuyorlar beni, hemşire yeniden anlatıyor, dinliyorum ama anlayamıyorum. Bir şeyler mırıl mırıl konuşuyor ama gözlerim küvözde, yüreğim parça parça. Üşümez mi diyorum, battaniyesiyle örteceğiz diyor, sadece bezle duruyor orada, ah yavrum benim, yürek ağrım. Sonra göğsümü açıyoruz, ardından küvözün kapağını kaldırıyor, kucaklıyor kızımı, uyanıyor yavrum. Sonra kucağıma veriyor, tutumayı beceremiyorum. O an nasıl kızıyorum kendime, insan evladını tutamaz mı, tutamıyorum bir türlü. Ardından her şeyi akıl ettiğimi lakin yeni doğmuş bir bebeği kucağımda nasıl tutacağıma çalışmadığımı farkediyorum. Bunu nasıl düşünemem. Derken tutabiliyorum gözlerim onda, gözlerini açmış göz gözeyiz.

Ben senin annenim kızım, seni ben doğurdum yavrum benim, aç gözlerini bir tanem, korkma annecin burada, seni çok seviyorum kuzum benim. Papatya kızım, çilek kızım, çiçek kızım, bebeğim,,

Hem bu kelimeler çıkıyor dilimden hem ağlıyorum, hemşire de benimle birlikte. Şimdi göğsüne koyacağız bakalım emebilecek mi diyor, ben titriyorum. O an nasıl bir azim, nasıl bir heves, bu işi başarmalıyım duygusu tarif edemem. Bir mucize gerçekleşiyor, kızım benim mememe yapışıyor ve cok cok emiyor. Hemşire oldu diyor tutabildi meme ucunu, nasıl gururluyum, nasıl mutluyum, oldu mu diyorum yeniden hemşireye, evet diyor bakın nasıl da emiyor.

Dünyanın en şanslı kadınıyım ben, bir kızım oldu minnacık ve beni emiyor, evet dünyaları ben yarattım havasındayım, gurur duyuyorum kendimle. Kucağımda şimdi cok cok, arada duruyor, yoruluyor sonra kaldığı yerden devam. Bir yandan bacağı açılıveriyor battaniye düşüyor, panikliyorum üşüyecek diye, hemşire yetişiyor yardıma, örtüyor kızımı. Böyle yaklaşık 15 - 20 dakika emişiyoruz. Kesinlikle dünyalar benim.

-Üç ay sonra-

Saat kaç, kim uyandı sen mi kızımız mı? Tamam uyandım, gece lambasını yakma koridorun ışığı yeter canım. Uzanıyor bambu pusete kocam, hala yatağın o tarafında kocam uyuyor, alıyor kızımızı veriyor bana uyandıramıyorum pıncırığı. Babası alıyor kucağına topuklarını hafifiçe sıkıyor, papatyam mırk mırk, uyanıyor. Hemen göğsüme alıyorum yeniden cok cok cok cok başlıyoruz emişmeye. Bu manzarayı çok seviyorum, kocamın hiçbir işi olmamasına karşın bu saatte bu emzirme seramonisine katılmasını çok anlamlı buluyorum, iliklerime kadar aile olduğumuzu hissediyorum. Uyuyakalıyor, babası yine alıyor kucağımdan, yatırıyor omzuna iki pıt pıt, gork gazı da çıkıyor, sonra sepetine. Papatyam mışıl mışıl.

- Dört ay kadar sonra –

Yeniden gebeyim, şartlarımıza göre takibimi yapan iki doktor da emzirmeyi kesmem gerektiğini söyledi. Bu ‘haksızlık yapıyorum’ hissinden kurtulamıyorum.Sürekli erteleme halindeyim. Biberona bakıp bakıp ağlayasım var, ne karışık duygular öte yandan karnımı okşuyorum. Nihayetinde kızıma haksızlık yapa yapa biberona ve formül mamaya geçiş yapıyoruz, kerata hiç zorlanmadan biberonu kabul ediyor ya nasıl bozuluyorum. Memelerim dopdolu, canım yanıyor ve kolumu kaybetmiş kadar eksik hissediyorum kendimi.

- Yedi ay kadar sonra –

Bir kere de yapıştı ya memeye, ne kararlı bir bebek. Hem de ne yapışmak, hiç teklemeden buldu ve anında başladı cok cok emmeye. Sütümü kendi azmiyle getirdi. Bu çocuk son derece kararlı olacak, ilk tanışmamızda tespitim budur. Hazretleri ememde uyuyor, gazını bile çıkarttırmıyor öyle tiz bir çığlık ki sıkısysa çıkar gazını. Çok özlemişim emzirmeyi, çok.

- İki ay kadar sonra –

Çözümünü bulamadığım tek şey kızımın delici bakışları. Oğlumu emziririken bana öyle bir bakış atıyor ki yüreğim sıkışıyor. Çareyi oğlumu emziririken kızımı kucağıma alıp onun birberonunu tutmak da buldum, bir elim daha olsa bu sırada saçlarını da okşayacağım kızımın ama sadece iki elim var.

- Oğlum 18 aylık –

Emzirmeyi bırakmayı hiç düşünmüyorum. Kararı ona bırakıyorum. Bazı kaynaklar da çocuğun bireyselleşebilmesi için emzirmeyi çok da uzatmamak gerektiği yazıyor kulaklarımı tıkıyorum. Öte yandan ek gıdalarla sorunluyuz öyle çok iştahlı bir bebek değil, tercihi hep anne sütü oluyor. Bir yandan anne sütünü sadece bu yıllarda alacak lakin diğer gıdalar ömür boyu ona amade gibi bir motto belledim, onu sıkı sıkı uyguluyorum. Öyle düşkün ki memeye, kıyamıyorum.

- Oğlum 2 yaşında –

Geçen haftalarda bırakmayı düşündüm, hastaydım eve gitmedim bir gece, bu vesile olsun dedim. Ertesi gün eve girdiğim anda türk filmi sahnesi yaşadık resmen. Annne böhhüüü, memme, aç aç, kak kak, diyen bir adam, paçalarıma yapışmış bir şeklilde. Çok dramatize ettik biliyorum, lakin ikimiz de hazır değiliz, bunu da tecrübe ettik.

Hasılı;

Emzirmeyi seçmek diye bir şey yoktur. Emizrmeyi tercih etmiyorum demek bir ayrıcalık değildir. Her bebeğin emme hakkı vardır. Memeler süt üretsin diye yaratılmıştır ve memelerin kayda değer en önemli işlevi süt salgılamaktır. Dolayısıyla nasıl mama satıcıları sadece ilk altı ay anne sütü diye bir propaganda yapıp potansiyel müşterilerine anne sütünün sadece altı ay gerekli olduğunu alttan alta empoze ediyorsa, her emziren kadının da tıpkı şu anda yaptığım gibi duyarlı davranıp emzirme ile alakalı bol bol konuşması gerekiyor fikrimce. Yemişim feminizm argümanlarını, yemişim mama firmalarıyla ortaklaşa hareket eden tıp bilimine hizmet ettiğini düşünen doktor akımlarını. Anneye zor geliyor, meme ucu hassaslığı, estetik kaygılar, uykusuzluk, sürekli emzirme halinde olmanın yarattığı bunalım, hooop kılıfı da ama benim doktor dedi ki bıdı bıdı, yahut ama o sadece ilk altı ay için geçerli, sonrasında bebeğe pek bir faydası yok söylemleri. Emzirmeyen kadınlar; – Süt azlığı, sağlık sorunları ve istisnai durumlar hariç- Bebeğinize mis gibi anne sütü varken layık göre göre bir ineği layık gördüğünüzün farkında mısınız? Biraz daha uzatırsam sanırım daha çok büyüteceğim, yumuşak yumuşak bitireyim, iyi bir dilekle;

Her bebek emziren annelere gelsin,
Her emziren annenin sütü bol olsun.