14 Şubat 2011 Pazartesi

Dilemma, İkilem ve Göçebe Trenler

Neden hep geçmişten geliyor başlangıç bilmiyorum lakin ne zaman otursam yazının başına böyle oluyor. Bir yaz günü, çok çok küçüğüm henüz. Çok çok küçüğüm yazdıktan hemen sonra kendimi bir dinazor gibi yaşlı hissettim bak. Devam edelim, bir yaz günü öğleden sonra, sıkıcı bir yazı tecrübe ediyoruz. Bol sıkıldığımı hatırlıyorum o yaz. Annem yatağa uzanıp uyku mahmurluğu yapmak istiyor, bende yanına uzanıyorum. Onların odasındayız. Ne düşünüyorsun diyorum, Bursa’yı diyor. İskenderun’da yaşıyoruz o yıllar. Bana soruyor sen ne düşünüyorsun diyor, hiç diyorum. Gitsek ya sahile.

Gidelim. Sahile, trenlere, raylara, yollara…

Delianne gitmek ve göçebe ruhu üzerine döktürmüş, keyifle okudum. İmreniyorum göçebe ruhlu insanlara. Henüz genç bir kız çocuğu iken çok okurdum Buzuner’i. Onun kitaplarıyla trenlerde hayal ederdim kendimi. Sonra bu tren metaforu kafamda yazar değiştirdi, kimlik değiştirdi, çağrıştırdıkları değişti. Değişmeyen tek şey tren deyince ilk aklıma gelen. İskenderun / Adana arası ailecek yağtığımız tren yolculukları. Şimdi bunu da anmamak olmaz tabi, bir kere eriklere haksızlık olur, bir kere babama haksızlık olur.

Yaz, ilk paragrafta tanımladığım sıkıcı yazlardan. Babaanneme gideceğiz, babam trenleri anlatmış evde bana, hatta raylı bir tren almış. Kilis’ten getirtmiş bu oyuncağı. Kaçak, kuçak. Mesela benim ilk oyuncak bebeğim arapça konuşuyordu. Zira Kilis’de kaçak pazar var bulmadıklarımızı oradan alıyoruz o yıllarda. Diyor ki, trenle gidelim annemlere. Nasıl seviniyorum, lütfen anne diyorum trene binelim. Annem tamam deyince hazırlanıyoruz, kardeşimle bende heyecan tavan. İstasyonda babam biletleri alırken biz etrafımıza büyülü gözlerle bakıyoruz.

Biniyoruz trene. Babam önde biz arkasında. Minnacık bir oda. Siyah deri koltuklar. Ayn Rand’ın tarif ettiği kompartmanların aynısı sanırım. Zira Buzuner’in anlattıkları çok konforlu. Bunlar onlar değil. Oturuyoruz, babam camı açıyor. Mis gibi yaz havası. Cam kenarında biz varız kardeşimle; iki meraklı yürek. Birden bir düdük sesi, babam diyor ki kalkıyoruz. Çuf çuf. Nasıl sallaya sallaya gidiyor, nasıl eğlenceli. Bayılıyoruz. Camdan dışarı bakmak acayip keyifli. Annem çantasından erikleri çıkartıyor. Yeşil erik, kütür kütür. Birazık da tuz, tuzlayıp tuzlayıp yiyoruz. Kapı açılıyor birden, kardeşime öğretti babam. Kardeşim biletleri uzatıyor kapıyı çalan amcaya. Amca sayıyor bizi, tamamdır iyi yolculuklar diyor. Teşekkür ediyoruz kardeşimle bir ağızdan.

Sonra babam kardeşimle benim elimden tutup trendeki büfeye götürüyor bizi, meyve suyu almaya. Vagonların arasından geçerken etrafa bakmaktan sendeliyoruz. Trenin içini çok seviyorum. Bir istasyona yaklaşıyoruz, bir makastan geçiyoruz, yolda koyunlarını otlatan çobanları görüyorum, erik yiyorum, yemyeşil, kütür kütür, annem dergi okuyor, kardeşim saçımı çekiyor, babam kitabını açıyor, ben sıkılmıyorum, yazın sıkıntısı trende birden geçiyor.

İnsanın ruhu sıkılır, sığmaz bir yere. Kaçmak için bir yol arar. Bazen raylar iyi gelir, bazen asfalt, bazen kumsal. Hiçbir yolu yoksa kaçmanın açar saman kağıda basılı yaprakları kitabın, okur, uzaklaşır. Kitap onu götürür, kitap onu sürükler, kitap ruha iyi gelir. Benim Ahmet Hamdi Tanpınar okuyasım var.

Göçebe değilim, ne ruhen, ne zihnen. Yerleşik düzeni seviyorum.Odam olmalı, kütüphanem, şifonyerim. Eşyalarımı yanımda istiyorum. Buna karşın çok eşya sevmiyorum. Eşyalar imrendiğim kentli göçebeliğimi kısıtlıyor. Lafta göçebeyim kısaca. Kelimeyi seçemedim. Dilemma mı diyeyim ikilem mi diyeyim ikircikte kaldım. Çok severim kelime oyununu, yaptım. Kusur kalmayayım.

Aslında benim uzun uzun anlatasım var, yazasım, yağasım. Lakin şimdi tam bu paragrafta kapanışı şöyle yapmayı seçiyorum. Ben trene çocukluğumdan sonra yolculuk yapmak için hiç binmedim. Yolculuk kavramı büyüyünce seyahat olarak evrildi maalesef sözlüğümde. Annelik yolculuğumu benzetmek için bir metafor seçsem şimdilerde bu tren olmaz artık sanırım. Çünkü ben büyüdüm, artık tren deyince yeşil erikler gelmiyor aklıma.

Fakat çocuklarımla bir yolculuğa çıkasım var,
Onlara Ahmet Hamdi Tanpınar okuyasım,
Yeşil erik yediresim,
Yeniden tren metaforunu kullanasım.
Dilerim nasip olur.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Annem'e

Bundan seneler senler evvel, zehir gibi bir soğuk, aylardan şubat, tarihten 13, günlerden Çarşamba.

 Anneannem sobaya biraz kömür ilave ediyor, annem mutfağa mısır patlatmaya giriyor. Dedem eline almış bir takvim yaprağı onu okuyor. Bu gece Dallas’ın heyecanlı bir bölümü var televizyonda, annem onu çok merak ediyor. Babamın final akşamı. Uzunca bir süredir bitiremediği üniversiteyi inşallah bu gece bitirecek. Zaten yıllığa babam için şöyle yazmış hocası, eğer bu senede okulu bitiremezsen Efes Pilsen’in hisse senetlerini almanı tavsiye ederim Ali’ciğim zira parayı ancak öyle bulursun sen.

Babam finalde iktisat üzerine kafa yora dursun annem evde birden bir farklılık hissediyor. Tuvalete giriyor çıkıyor rengi bembeyaz oluyor. Anneannem ne oldu Hatice ne bu hal deyince annem korkuyla suyum geldi deyiveriyor. Anneannem dedemin yanına koşuyor, hemen bir taksi bulalım diye başlanıyor dedeme söylenmeye. Annem içerden sesleniyor, olmaz öyle şey, Ali’m gelmeden ben bir yere gitmem. Ne deseler ne etseler dinletemiyorlar anneme. Ali’m de Ali’m diyor annem.

Okul çıkışı muhakkak sendikaya uğrayan babam o akşam uğramıyor, içine doğuyor sanki evdeki bu durum, direk eve geliyor. Babamın ayak sesini duyan anneannem rahat bir nefes alıyor, yetiş Ali, baba oluyorsun Hatice sen olmadan hastaneye gitmiyor diyor. Babam içeri ayakkabılarla dalıyor. Ne oldu Hatice’m sancın mı başladı diyor, rengi bembeyaz. Tekrar çıkıyor aceleyle buluyor bir taksi, yanaşıyor kapının önüne.

Anneannem, annem, babam ve dedem. Özel Bursa Hastanesi, zehir gibi soğuk. Doktor Nuri Uzunalioğlu aranıyor onun gelmesini bekliyorlar hastanede. Annem 3. kattaki odasında şehre bakıyor, üzerinde pembeli geceliği. Sancıları geldikçe babam elini tutuyor, dedem aşağıda sigara tellendiriyor, anneannem dua ediyor. Sonra doktor geliyor hadi diyor yeterince açılmış, artık gidelim doğumhaneye.

Babam annemi öpüyor, annaannemin dediğine göre ağlıyor. Annem sabaha karşı saat üç’de doğumhaneye giriyor. Saat üç’ü on altı geçe hemşire çıkıyor. Gözünüz aydın nur topu gibi bir kızınız oldu diyor babama. Babam annemi soruyor şimdi çıkacaklar diyor hemşire. Babamın dediğine göre tam o sırada kar yağmaya başlıyor. Doğumum kar yağdırıyor Bursa’ya. Üstelik lapa lapa.

Hastaneye gittiklerinde soğuk olan Bursa, hastaneden çıkarken bembeyaz bir örtüyle kaplı oluyor. Ertesi gün beni çıkartırlarken eve ulaşmakta sıkıntı yaşıyorlar, öyle bir kar yağmış ki şehre yollar kapanmış oluyor. Hatta anneannemle babam bir kavgaya tutuşuyor beni kimin tutacağı konusunda. Kazanan babam oluyor. Beni kucağında eve kadar babam tutuyor.

Annem evde beni emzirdikten hemen sonra babam dönüyor diyor ki, aynı sen kızımız. Çok dua ettim, sana benzesin diye Allah çok dua ettim. Seni çok seviyorum, kızımız aynı sen hayatım, ne güzel değil mi. Babam gülümsüyor bana bakıyor, o benim fındık fıstık kızım diyor, annemi öpüyor yine. Ardından annem bir mektuba başlıyor;

Canım Kardeşim,

Ben anne oldum, bir kızımız oldu. Seninle konuştuğumuz gibi adını Bilge koyacağım. Kırkını çıkarmaya yanına getireceğim. Sen güçlü ol İlyas, Bilge sana güç versin. Artık dayı oldun. Güzel aydınlık günler bizi bekliyor, inancını hiç yitirme. İçin sıkıldığında Bilge’yi an. Seni çok seviyorum ben,

Ablan,
Hatice.

Böylece adım Bilge oluyor. Kırkımı çıkarmaya Bursa Cezaevine götürüyorlar beni. Devrimci solcu Ankara Hukuk öğrencisi dayıma. Cezaevinde dayım bana sarılıyor ve kulağıma şöyle fısıldıyor. Adın Bilge senin, adınla yaşa.

Eve dönünce de dedem kulağıma ezanla adımı okuyor,
Bundan seneler seneler evvel.

Milyon kez dinlemişliğim var. Annemden, babamdan, dayımdan, anneannemden. Çok sık anlattırırdım, şimdi çocuklarıma onları nasıl dünyaya getiridiğimi anlatıyorum. Bayılıyorum doğum ve adımın hikayesine. İyi ki annem doğurmuş beni. İyi ki bu ailenin kızıyım.

Yarın yeni yaşıma basıyorum. Aklımda şu an sadece sarı saçlı güzel annem var,

Annecim, ben de anne oldum,
Seni çok özlüyorum,
Çok.

10 Şubat 2011 Perşembe

Sloganlar

Yazı yolunu bulur genelde, kendi içinde bir algoritması vardır. En çok kalemle yazmayı seviyorum. Klavyeyi naylon buluyorum, evde çok yapar-d-ım. Kış balkonunda, az ışıkta. Oldum olası çok ışığı sevmem zaten, başım ağrır. Aslında çok baş ağrısı da yaşamam. Baş ağrısı şikayetim azdır ve itiraf en fazla değer verdiğim uzvum, başım ve yumurtalıklarım. Her ikisinde de üretim var ve sanırım ben tüketimden çok üretimi seviyorum. Hey allahım biri beni durdursun yoksa boşaltım sistemimizin uzuvlarına gireceğim.

Dur. Sakin. Nehir duruluyor, yavaş yavaş akıyor. Bak bir gölet oluştu orada. Sessizlik var. Sessizlik, sadece su sesi.

Karpuz koydu babam suya, soğusun diye. Bir yandan annem domatesleri yıkıyor suda. Şimdi salata yapacak. Ziya Amcam tutturdu güveç de güveç diye. Babamla kapıştılar, Attila’dan başladılar, Lenin’den çıktılar. En son Lenin’in bürokratik sisteminin özgürlüğü engellediğini tartışıyorlardı. Bıraktım, kendi hallerinde konuşuyorlar.

Oy oy oy, annem arabanın kapısını açıyor, müzik başlayacak şimdi. Ne kadar neşeliler, bayılıyorum. Kardeşim bana bakıyor, bunun ne anlama geldiğini iyi biliyorum. Başlayacak şimdi Başın öne eğilmesin’i söylemeye, annem basacak kahkahayı. Şimdi bu şarkının şöyle bir hikayesi var; Edip Akbayram’dan nefret ediyoruz kardeşimle lakin annem bu şarkıyı çok seviyor. Kardeşimde bu şarkının taklidini çok komik yapıyor. Annem keyifle şarkıyı açınca kardeşim bir taklide başlıyor, annem baskıyor kahkayı. Gülüşüyoruz.

Ziya Amca’m babamın kan kardeşi, İstanbul’da yaşıyorlar. Beden eğitimi öğretmeni. Serpil Yenge’m bankacı, bir çocukları var adı Attila. Ziya Amcam milliyetçi, sağlam milliyetçi. Babam sosyalist lakin kafası bozulunca kızıl komünistim ben diyor. Birbirlerini çok seviyorlar çok takılıyorlar.Biri Devrim yazıları yazarken öteki aynı yazıyı silip Ya Sev Ya Terket yazıları yazmış vakti zamanında. Tüm bu farklı görüşlerine karşın ikisi de ülkesini çok seviyorlar ve bir şekilde iletişiyorlar.

Burası Uludağ/Çobankaya. Bir Pazar günü. Aile pikniği yine. Ziya Amcamlar Bursa’dalar ve hep birlikte dağ havası eşliğinde toprak tencerede güveç yapacaklar. Babamla Ziya Amcam bol bol kapışacak, Lenin’den girip Beşiktaş Galatasaray transferleri üzerine atıp tutacaklar. Bir sürü siyasi argüman, peşi sıra politikacılara okkalı küfürler, annemden ince espiriler, Serpil Yenge’mden de yakınmalar duyacağım.

Kardeşimle çok sıkılıyoruz, tüm günün böyle geçmesini istemiyoruz ama yapacak bir şey yok. Babam da annem de Pazarları beraber olmamız konusunda çok titizler. Babama ne zaman desem; Ama babacım biz kızlarla plan yapacaktık Pazar günü diye, bir başlıyor konuşmaya, susması uzun sürüyor. Öyle şeyler sunuyor ki her seferinde ona hak veriyorum. Her seferinde Pazar günü yapacak bir şey yaratıyorlar. Piknik, alışveriş, ufak bir gezi, sinema, evde tavla partisi illa bir şey buluyorlar Pazar gününe. Alıştık böyle yaşamaya.

Geri dönüş yolu, Bursa’ya. Öndeki arabada babamlar var, ben Ziya Amcamların arabasındayım Ziya Amcamın oğlu Attila’da bizim arabada, yer değiştirdik.. Yavaş yavaş salınıyoruz şehre doğru. Camlar açık, yaz. Babamın sesi geliyor: Mahir Hüseyin Ulaş, bekliyorum usul usul hep ben derdim devamını, hooop Attila’nın sesi geliyor cılız: Kurtuluşa Kadar Savaş. Ziya Amcam basıyor kahkayı.

Şu an bende gülümseyerek yazdım bu yazıyı, hatta yazının bir yerinde tıkandım babamı aradım, yahu baba sizin böyle bir sloganınız vardı, vardı da Ziya Amcamlar karşılığında hangi sloganı atarlardı hatırlayamadım dedim. Boşver o faşisti şimdi nerden aklına geldi eylem mi var yoksa diye soruverdi. Beş dakika sonra Ziya Amcam aradı, babamla konuşmuşlar, çok özlemiş beni, çocukları sordu, gözlerinden öperim benim akıllı kızım dedi, tam telefonu kapatırken ekledi: Söyle o baban olacak hayırsıza şöyle derdik biz:

Komunistler Moskova’ya.
Milliyetçi Hareket Engellenemez.

Ziya Amca Moskova kaldı mı allah aşkına, babam eski babam mı, sen eski sen misin, ben nasıl seviyorum sizi, nasıl özlüyorum, kim bilir Attila ne kadar büyümüştür, yengem nasıl acaba, keşke hiç büyümeseymişim Ziya Amca, keşke o yıllardaki gibi kalsaymışım, ben sanırım eskisi gibi değilim, birçok şeyi özlüyorum. Diyemedim. Peki canım amcam söylerim babama dedim ve kapadım telefonu,,

Az önce.
Tarihe not düşülsün bu.
Özgüranne bir yazı yazmış peşi sıra Bursa’da iki çocuklu bir kadın böyle bir izdüşümü yaşamış,
Ne İlginç.

8 Şubat 2011 Salı

Zeynep Bebek İçin

Kafamın içi çok karışık, zihnimin duru bir su gibi olmasını istiyorum. Böyle anlarda balkona çıkarım temiz hava isterim. Nefes alırım. Durağan bir göl görüntüsü getiririm zihnime. Sadece bir göl düşünürüm, hareketsiz. Duruyor, öylece, durağan,,

 Durdu bak.

Dün akşam iş çıkışı kocamla Tıp Fakültesine gittik, Zeynep Bebek orada yatıyor, çocuk hemo/onko kliniğinde. İki hafta evvel başında bir beze çıkmış, annesi hemen doktora götürmüş, doktor bir yere vurmuştur herhalde dert etmeyin demiş. İki gün sonra gözünün altı morarmış Zeynep Bebek’in, yine gitmişler doktora. Doktor bu kez kan tahlili istemiş ve doğru fakülteye sevk etmiş. Lösemi şüphesiyle. Teşhis fakültede netleşmiş. Zeynep Bebek lösemi, ALL imiş. Hemen kemoterapiye başlamışlar. Şu an tedavi altında. Bugün port takılacak kuzuya. Bilekleri şişmiş, artık damar yolu bulmak ciddi zorlamış bebeği.

Zeynep Bebek ve annesi Tuğba teyzemin hemen kapı komşuları oluyorlar. Bizim mahallemize çok yakın evleri. Zeynep; 2007 Mart doğumlu, kara böcük sevimli bir kız çocuğu. Gilbert’ı çok seviyor, evcilik oynamaya bayılıyor. Tuğba çalışan bir anne. Güçlü bir anne, akıllı bir anne. Erdal ailesine sahip çıkan bir baba, ilgili bir baba, kesinlikle edilgen değil. Bu hastalık onlara hiç yakışmadı: (

Zeynep’in ayrılık kaygısı oluşmuş hastaneye yattıklarından bu yana. Annesinin kucağından yanından saniye ayrılmıyor. Annesi kalıyor onunla. Babacık’ı istemiyor, çok korkuyor. Dün akşam Tuğba ile beş dakika konuşayım dedim, Zeynep bas bas bağırdı annecim lütfen beni bırakma diye. Anne nefes alamıyor şu aşamada. Bir buçuk ay daha yatacaklarmış, doktorları öyle bir kemo planı yapmış, dilerim cevap verir Zeynep’cik.

Buraya bunları niye yazıyorum: Tuğba benden tek bir şey istedi. ‘’Dua’’. Maddi olarak hiçbir sıkıntıları yok çok şükür. Sadece dua istedi. Bir internet sitesinde yazıyorum Tuğba’cım neye ihtiyaç varsa duyurayım dedim. Kan / trombosit vs. vs. Sadece dua istiyorum dedi, lütfen bizim için dua edin diye ekledi. Okunduğumu biliyorum, burayı okuyan hanımlar, beyler; Bu akşam yatmadan evvel duanızda Bursa Uludağ Üniversitesinde yatan Zeynep Arı Bebek’in adını telaffuz eder misiniz? İnançsız olan arkadaşlarım sizde secret/şans/enerji yollar mısınız Bursa’ya? Böyle pozitif bir enerji çemberi oluşturabilir miyiz şu aşamada?

Kafamı çalıştırmaya çalışıyorum aklıma sadece bir hediye paketi götürmek geliyor. İçine boya kalemi, kağıt, oyuncak, calliou dvd’si, çıkartmalı bir kitap, çikolata koyacağım. Başka ne yapacağımı bilmiyorum. Her türlü öneriye açığım, birlikte düşünelim: akıl akıldan üstündür. Anne henüz Zeynep’i dışarı çıkartmaya cesaret edemiyor enfeksiyon riskinden ötürü. Biraz iyileşsin kuzu kızımla buluşturup beraber oyun oynamalarını sağlayacağım.

Ne yapabiliriz arkadaşar? Lösemi olmuş bir bebeğin çocukluğunu yaşayabilmesi için ne yapabiliriz? Annesinin, babasının biraz nefes alabilmesi için, azıcık normal hayat sürebilmeleri için? Böyle bir durum yaşayan / tecrübe eden var mıdır? Bir öneri?

Akşam hastane çıkışı tam anlamıyla dağıldım. Eve gidene kadar yağdım, bardaktan boşanırcasına. İnsan böyle anlarda kendine acımasız davranıyor cömertçe. Öyle yaptım. Sıkı bir sorgulamaya girişti zihnim. Anneliğimi, yüreğimi, kocamı ve insanlığımı sorguladım. Eve girmeden önce park ettik arabayı, kocam kısacık iki kelamda bulundu. Aynen yazıyorum:

Değil mi ki sağlığımız yerinde, gerisi teferruat. Zeynep için ne gerekiyorsa yapacağız.

Hepimize sağlık diliyorum, dermansız dertler uzak dursun bebeklerden,
En çok da Zeynep’ten,
Cömert dualar,
Lütfen…

4 Şubat 2011 Cuma

Anne Olmaya Hazır Olmak ve Defne Joy Üzerine

Var böyle bir şey.

Zihin olarak, fizik olarak, ruh olarak hazırlanmak gerek. Hiçbir çocuk kendisi karar vermez dünyaya gelmeye. Kadın kişi erkek kişi ile bir birleşme yaşar, döllenme gerçekleşir ve dünyaya yeni bir can gelir. Bu gelen yeni bebek ailesini seçemez, şartlarını belirleyemez. Mesela ben eğer Ağrı’nın bir dağ köyünde dünyaya gelmiş olsaydım muhtemelen şimdi buraya bunları yazacak şartlara sahip olmayacaktım. İşte ben buna 'kader' derim.

Defne Joy Foster’ın ölümü üzerine bu yazıyı yazıyorum şu an. Kendimden de ilintileyecektim aslında, düşünüyordum yani böyle bir konu yazmayı. Çok üzüldüm, benden sadece bir yaş büyük bir kadın. Genç, taze anne ve evet özellikle erken ölümler sarsar insanı. Sarsıldım. Aklıma Sezai Karakoç’un şiiri düşüyor hemen, en son ne zaman anımsamıştım yine bir erken ölümde, Nehir Beyazıt’ın ölümünde.

Bugün Hıncal Uluç kaleme almış Defne’nin ölümünü, çok sert bir uslup ve pervasızca kelimeler seçmiş. Bir ölümün arkasından konuşurken insan daha mı özenli davranmalı. Mesela cenazelerde ne yaparız, kavgalı küs alacaklı dahi olsak helal ederiz hakkımızı. Üzüldüm ben yazdıklarını okuyunca. Şimdi tam bu paragrafa yandaş medya ve basında taraflı olmak üzerine de iki satır yazılabilir pekala. Lakin hiç şu an o konuya girmeye mecalim yok.

Anne olmadan evvel ben sigara kullanıyordum, alkol de alırdım-gerçi kendimi bildim bileli alkol konusunda beceriksizim ama alırdım- , Fethiye’de yamaç paraşütü yapmıştık kocamla, sonra Bursa’dan Mudanya’ya araba ile 13 dakikada girme yarışı yapmıştık, ilginç olanı girmiştik de. Hiç uyumadan işe gittiğimi bilirim, canım kaymaklı ekmek kadayıfı çekti diye Afyon’a basıp gitmişliğimizde omuştu bir gün. Demem o ki; hızlı yaşadık, keyfimize düşkündük. Sonra anne baba olmak istedik, bunu çok istedik, evliliğimize bir renk gelsin dedik, birlikte bir bebek büyütelim, altını değiştirelim, onunla oynayalım, yürümesine konuşmasına tanık olalım dedik. Hayaller kurduk kime benzer acaba diye uzunca konuştuk, bu hayale kendimizi kaptırdık ama bir türlü anne baba olamadık. Sonra bir üreme kliniğine gittik testler yapıldı, doktor direk sordu sigara içiyormusunuz diye, evet deyince, deyiverdi doktor bir kerede: sigara spermlerin kalitesini bozar yumurtanın kalitesini de etkiler. Bıraktık. Üzüle üzüle bıraktık. Daha doğmadan çocuğumuz için bıraktık.

Ardından ben anne oldum, kocam baba oldu. Birden bire tüm hayatımız değişti. Güya hazırlamıştık kendimizi ebeveyn olmaya. Başlarda, ilk aylarda, aşırı anne baba idik pek sıkıntımız yoktu, sonraki aylarda işin rengi değişti, çünkü ben yine gebe kaldım. Yetişkin gibi yaşamamaya başladık. Sürekli bir çiş kaka aşı oyun mama çorba muhabbetti. Arkadaşlarımız özellikle çocuksuz olanlar tarafından dışlandık, sıkıcı bulunduk, ki haklılar: ) Hayatımızı çocuklara göre organize ettik. Onların uyku yemek saatlerine gore dışarı çıktık ya da eve tıkıldık. Evimize misafir çok kabul etmedik, harcamlarımızı kıstık, kendi sosyal alanımızda fedakarlık yaptık, yaptık da yaptık yani. Bizim ebeveynlik serüvenimiz böyle şekillendi. Geldiğimiz şu son aşamada benim kafamda hep bir öncelik muhasebesi işliyor. Anne olmak bu vicdan sorgulamasını içime kendiliğinden sokuverdi. Diyelim arkadaşlarım beni dışarı sinemaya ya da alışverişe çağırdı. Şu işliyor kafamda hangisi daha öncelikli, zaten çalışıyorsun çocukları az görüyorsun kızım, arkadaşlarınla dışarı mı çıkmalısın yoksa evde minnolarla doktorculuk mu oynamalısın. Eve gidiyorum soruyorum hemen benim kıza, kim doktor olsun: Sen mi yoksa kardeşin mi…

Defne’yi düşünüyorum. Oğlunu çok sevdiğinden zerre kadar şüphem yok. Bunu hiç sorgulamıyorum bile. Birbirlerine doyamadılar, çok yazık oldu her ikisine de. Oğlunun büyüdüğünü göremeyecek bir kere var mı ötesi? Bebekçik de annesiz büyüyecek, ki ben bunu bilirim, iyi bilirim. Eksik!

Dayatılan bir şey var kadınlara, bende düşmüştüm bu oyuna. Yazmalıyım. Çocuk da yaparım, kariyerimden de yoksun kalmam, 38 beden bikinin içine de girerim, çocuğum olmadan önceki sosyal hayatımı da yaşarım, kocamla aramızdaki aşkı da tüketmem, çocuğuma harika annelik de yaparım. Yok böyle bir şey. Bunların hepsi aynı anda yürümez, yürüyemez, böyle güçlü bir insan olsa olsa ancak filmlerde olur.

Ünlülerde daha yoğun oluyor sanırım bu baskı, neydi şu kadın, hatırladım. Bergüzar Korel, doğum yaptıktan birkaç ay sonra bir filme kalkışmıştı ya da diziye net değil şu an aklımda. Pek ilgili olduğum alan değil. Ama örnekleri çoğaltmak mümkün, Pınar Altuğ sonra Ebru Şallı ne bileyim kimdi şu manken, tamam hatırladım Çağla Şikel. Bu yazdıklarımın hepsi doğumlarından kısa bir süre sonra hiç sarkmamış memeleri ve dümdüz karınlarıyla yeni bir projenin içinde oluverdiler. Bunların çoğu da iyi kazanan çalışmak zorunda olmayan kadınlar eee öyleyse bu hırs ne için. Bakın ben çocuk da yaptım ama sizden de geri kalmadım demek için mi…

Bir bebeği dünyaya getimek demek: eğitimliysen, azıcık olan bitenin farkındaysan biraz kendine dur demeyi bilmek demek. Dayatılan bu baskıdan kendini koruyabilmek demek. Zor ama mümkün. Bir kere bebek için. Henüz altı aylık bir bebek annesinin düz karnıyla ya da sarkmamış memeleriyle değil onunla geçireceği vakitle ilgili çünkü. İhtiyacı annesinin kucağı.Tamamen izole de olmak doğru değil ama ne bileyim sanırım biraz da kendini ötelemek gerek ebeveyn olduktan sonra.

Ah Defne, emziriyormuşsun, ah Defne bebeğin hastaymış geçen hafta, ah Defne keşke demek yersiz biliyorum ama keşke hiç girmeseymişsin şu reyting için yapılan yarışmaya. Olan oğluşuna oldu. Annesiz bir bebek ne kadar zor büyür, nasıl çabuk olgunlaşır. Dilerim kocan bu işi kotarır, bebeğinizi iyi büyütür. Eğer gökyüzünden görebiliyorsan ki ben hep öyle hayal ederim kafamda, dilerim şu on sekiz aylık annelik maceranda bebeğine kokunu doya doya koklatmışssındır. Dilerim yukardan huzur ve şefkatle bakıyorsundur oğluna.

Nehir’in annesi yazmıştı, hiç unutmam o satırı. Çok etkilenmiştim. Şöyle demişti: Nehir iyi ki ısrar etti onu kucağımda taşımam için, iyi ki belim ağrıya ağrıya onu kucağımda taşıdım.

Çocuklarımıza sıkı sıkı sarılalım, her anı doya doya yaşamaya gayret edelim. Önceliğimiz bebeklerimiz olsun. Onlar büyüdükten sonra her şey olur, herşeyi erteleyebiliriz ama onların ilk gülüşünü, ilk yürüyüşünü, ilk adımlarını kaçırmayalım. Onlar için kendimize iyi bakalım, sigara kullanmayalım, spor yapalım, sağlıklı yaşamaya çalışalım.

Anne ölünce çocuk
Bahçenin en yalnız köşesinde
Elinde bir siyah çubuk
Ağzında küçük bir leke

Çocuk öldü mü güneş
Simsiyah görünür gözüne
Elinde bir ip nereye
Bilmez bağlayacağını anne

Kaçar herkesten
Durmaz bir yerde
Anne ölünce çocuk
Çocuk ölünce anne

Sezai Karakoç.